
Gayet
cömert, vakar, temkin ve itidal ehli idi. Sükutu ihtiyar eden, ihtiyaç halinde
konuşurlar.
Ümmi olmasına rağmen, Hocası Hızır Aleyhisselam olduğu için, ondan manevi
ilimler almış olup, İlm-i Hikmette yekta idi.
Kendisini Hakk’ın rızasına, halkın hizmetine adamış, her zaman ve her yönde
halkımıza önder, rehber, teselli ve ümit kaynağı idi. Kendisine bir şey
sorulduğu zaman; -Durun gardaşım, şimdi cevabınızı getiririm.. der, gider Hızır
Aleyhisselam’a sorar, cevabını alır getirirdi. Kimseyi kırmaz ve geri
çevirmezdi.
Hacı
Ahmed Ağa, 8 Haziran 1969 tarihinde Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine kavuşur. Mübarek
kabri şerifleri Ladik mezarlığındadır.
Kerâmet var kerâmetin içinde
Konu keramete gelip çatınca:
- Takmayın kafanıza bunları oğlum! Kerâmet var kerâmetin içinde... Amma madem
ki yârenliğin ucunu ganattınız söğleğim: Bu kerâmet dediğiniz şeyler,
kudretine azametine payân olmayan Allah'ın ilerde olacak şeyleri böğünden
göstermesi gibi bir şeydir.
Mesela ben bazı misafirlerime, yaz ortasında kış, kış ortasında yaz meyveleri
ikram ederim... Hatırları hoş olsun diye...
Rabbimin bir lutfu bu, ihsanı... Bunun hakikatını açamam size. Üstündeki örtüyü
kaldıramam. Doğru değil, uygun da olmaz. Anadan üryan soyunmaya benzer bu sizin
karşınızda.
Amma meselâ bunlara benzer şeyler olacak ilerde. Şidilerde bizim memlekâtımızda
pek yok, olsa da yaygın değil amma, ilerde camlı bahçalar olacak... Kış
ortasında yaz avarı yetiştirilecek o camlı bahçalarda. Fenne devredilecek bu
kerâmet o zaman yani...
O
da Allah'ın işi, bu da Allah'ın işi. Allah verirse verir, vermezsevermez. O
istemeyince bir şey olmaz. Bir şeyi isteyebilmemiz için, O'nun o şeyi
istememizi istemesi lazım.
Allah
bir kuluna kerâmet kapısı açınca, depelerine çıkılmaz cebel cebel dağları, kum
taneleri gibi küçültüverir ona, derdi.
Bir itirazın varsa dışarı vur
Ahmed Ağa'nın cigarasına takıldı bir adam bir gün.
"-Ahmed
Ağa'yı bir de evliyadan diller... Evliyanın işi ne mekruhtla yaav?
Fesübhanallah!..." diye içinden geçirirken, Ahmed ağa, hiç o değilden,
sanki ona değil de bir başkasına söylüyormuş gibi konuştu:
-
Oğlum, dedi, gönliünde dedikodu yapıp durma! İçini gıybetle bulandırma!
Eğer bir safran, tafran bişiyin varsa dışına kus da, kurtul geç!
"-Kime
söylüyor acaba bunları?" diye kıvranmaya başladı adam. Çünkü mecliste
Ahmed Ağa'dan başka bir şey söyleyen, bir şey soran yoktu.
O
adam, "-Kime söylüyor acaba bunları?" diye içinden iç geçirince,
Ahmed Ağa:
-
Sana söğleryorum oğlum, sana! Kime olacak sana! Kalbinde sakladığın teşviş,
fitne olur san! Önünü keser durur! Gönlüne saab ol! Bir itirazın varsa dışına
vur! Tutma içinde... İçinde tuttuğun her şey yara olur. İçinde tutulacak şey
vaar, tutulmayacak şey var. Bunları ayıramazsan hayatın heder olur, der.
Nasıl bir Hızır bekliyordun?
Akşehir Kaymakamı Ahmed Ağa'ya:
-
Ahmed Ağa, demiş siz hep görüşüyorsunuz, bir de bana göster Hızır
Aleyhisselâmı!..
Ahmed
Ağa, Kaymakamın talebine yuvarlak çerçeveli bir cevap vermiş:
-
Oğlum, nasibse görürsünüz inşallah! demiş.
Ahmed
Ağa'nın hayranlarından olan Kaymakam, bir Ramazan günü, iftara yakın, iftar
sofrasına oturmuşlar, ailecek iftar topunu bekliyorlar... Kaymakam sigara
tiryakisiymiş. Kaymakam tiryakiliğin verdiği ruh haliyetiyle beklerken, kapısı
üç kez çalınmış. Çıkmış bakmış Kaymakam, kapıda bir adam:
-Biseciii!
Bise alırmısınız efendiii?
Arkasında
da bir deve, geviş getiriyor geve geve.
Ne
desin Kaymakam?
-
Ne bisesi be adam? Biseyi ne yapayım ben?
-
Peki efendi kızma! Bizden sorması, sanki ısmarlamış gibiydiniz de... Hadi
iftar-ı şerifler hayrolsun! demiş, çekmiş devesinin yularını:
-
Biseciii! Bise alan, katran alan...
Kaymakam
kapıyı kapatıp da sofraya dönerken, mırıldanıp kendi kendine içinden: Allah
Allaaah! Bu saatte bise mi satılır be adam? Mübarek iftar vakti...
Fesûbhanallah! çekmiş.
Bir müddet sonra tekrar Ladik'e gittiği zaman:
-
Aşk olsun Ahmed Ağa, bize Hızır Aleyhisselâmı daha göstermeyecen mi Hacı Babam?
diye sitem etmeye kalkınca, Ahmed Ağa:
-
Size de aşk olsun hay guzum! Kapınıza gelen Hızır'ı kovarsınız, ondan sonra da
gelir bize sitem yaparsınız! demiş.
Kaymakam
şaşkınlık içinde:
-
Ne demek o? Ne zaman geldi Hacı Babam? diye sorunca, Ahmed Ağa:
-
Ramazanın son günlerinde, siz sofrada beklerken kapınıza bir Biseci geldi mi?
-
Geldi?
-
Devesinin semerindeki katran küplerine dikkat ettin mi, semere bağlı mıydı,
değil miydi?
-
Ben bu tiryaki kafasıyla nerden dikkat edecem ona Hacı Babam?
-
İçeceksen sen iç cigarayı oğlum! Cigara seni içmesin!... Hem sen nasıl bir
Hızır bekliyordun? Yakası kartlı, kravatlı birini mi bekliyordun? Kolalı
gömlekli, ütülü pantolonlu birini mi bekliyordun? Neyse... Gördün işte gayrı...
Görmedim diyemezsin! Kaçırdın ammaa, gördün işte yine de... demiş ve teselli
etmiş
Kaymakamı, Ahmed Ağa, ama....
Kaymakam epey eyvah çekmiş tabiii..
Çölde Bir Mehmetçik
Ladikli
Hacı Ahmed Ağa, seferberlikde cepheye gitti. Pınar, Losfaki, Çatalca, Vokestin,
Dökme Meydan Muharebelerine katılarak kahramanca çarpıştı. Daha sonra;
Makedonya'da, Yunanistan, Arnavutluk ve Bulgaristan'da çeşitli cephelere
katılan Ahmed Ağa, cepheden cepheye koştu.
Hacı
Ahmed Ağa anlatıyor:
"-Şimdiki
yahudilerin yerleştiği Gazze şehri civarında, İngilizlerle harp ederken mensup
olduğum birlik İngilizler'ce pusuya düşürülmüş, birliğin tamamı makinalı
tüfeklerle taranıp bir kısmı öldürülmüş bir kısmı da yaralanmıştı. Ben de
vurularak çöle düştüm. Yanımdaki arkadaşlar da peş peşe vurularak üzerime
düşerek şehid oldular. Bunların arasında sıcaktan kavrulan kumların üzerinde,
son derece susuzluktan yanıyor, bir taraftan da yaralarım sızlıyordu. Artık
Mevla'ma yönelmiş, O'na kavuşma anımı bekliyordum. Bulunduğumuz mevki; Esas
birliğimize üç günlük yol, bu arada hiçbir canlı yok. Yardım ve kurtuluş ümidi
kalmamıştı. Tam bu sıralarda; Nihayetsiz kerem sahibinin Kudret ve Vefa eli
bize erişti...
Tam
çaresizlik içerisinde, sıcak kumlar üzerinde susuzluktan kavrulan bedenim al
kanlar içinde mecalsiz, yaralarım sızlarken, Güneş’in vurduğu yerden bir beyaz
atlı belirdi, bize doğru geliyordu. Düşman zannı ile korkumdan kendimi ölüler
arasında, ölmüş gibi göstererek yere yatmıştım.
Atlı
bize yaklaştı ve bana..:
-Esselamüaleyküm..!
Ahmet ne oldu yaralandın mı? Kalk bakalım..!
Diyerek
ismimi söyleyince korkum kalmadı, başımı kaldırdım baktım..
-Kalkmaya
mecalim yok.. dedim.
Attan
inip yanıma geldi, beni sıkıştıran şehid arkadaşlarımı üzerimden birer birer çekti.
Susuzluktan yanıyordum.
-Sana
su vereyim mi? Deyip, su dolu bir matara verdi.
Susuzluktan
yanan bağrıma, o Vefa elinin verdiği; hayat ve aşk bahşeden şifa suyunu
içtim... kana kana..!
Mubarek
Zat; Ellerini sızlayan yaralar üzerinde gezdirirken, sızılarım duruyor taze
hayat buluyordum. İşte o su, beni başka bir aleme götürdü.
Bana
ne oldu ise; Rahman’ın Vefa elinden içtiğim o hayat ve aşk bahşeden sudan sonra
oldu.!
Sonra
beni kaldırıp atının terkisine aldı. En yakın, üç günlük yoldaki genel karargaha
götürdü. Bu yolu nasıl, ne zaman geldiğimizi bilemedim. Karargahın yakınına
atının terkisinden beni indirdi. Bir değneğe kırmızı bir bez bağlayıp askerlere
salladı. Ayrılacağımız zaman beni getiren bu Zat’a..:
-Efendim
sizi bir daha görecek miyim? dedim.
Mubarek
Zat bana..:
-Ahmet
Ağa; Eğer sen Hak rızası için yaşarsan her zaman seninle beraberiz. Yok öyle
yaşamazsan, bu son görüşmemiz... dedi ve ilave etti..:
-Askerler
gelip seni alınca sana inanmazlar. Onlara beni nöbetçi subaya götürün, dersin.
Hadiseyi
nöbetçi subayına anlat, benim de selamımı söyle..! dedi ve kayboldu.
Askerler
bir sedyeyle gelip beni aldılar. Beni götürürlerken parola soruyorlardı; fakat
ben cevap veremiyordum. Birliğimi söyledim bana inanmadılar..:
-O
birlik vurulup yok edilmiş. Hem sen kurtulduysan, senin söylediğin birlik
buraya 3 günlük yol. Nasıl geldin? Sen yalan söylüyorsun! dediler.
Ben
de :
-Siz
beni nöbetçi subayına götürün.. dedim. Askerler beni nöbetçi subayına
götürdüler.
Nöbetçi
subayı, ehli hal, aşık bir kimseymiş. Ben nöbetçi subayına; Birliğimizin başına
gelenleri, yaralanıp düştüğümü, beni kurtaran Adam’ın gelişini ve durumunu
anlatırken subay heyecanlanıyordu, kendisine...:
-Beni
kurtaran kimsenin size selamı var..! deyince..
Subay
hemen altındaki sandalyeyi bana verdi, bana hürmet etmeye başladı ve ..:
-Nasıl
oldu, bir daha anlat..!
Diyerek
üç kere tekrar ettirdi. Her tekrar edişinde heyecanı daha da artıyordu. Hemen
beni tedaviye alıp yaralarımı sardılar. Yaramı saran doktor işin farkına
varmış, bana inanmayanlara:
-Sizin
burnunuz koku almıyor mu? Şimdiye kadar hiçbir askerde böyle bir koku duydunuz
mu? Şu hastanın kokusuna bakın, mis gibi kokuyor... dedi.
Ben
hastanede bulunduğum müddet içerisinde, Hocam bir iki defa ve bana :
-Ahmed,
terhis olup memleketine gittiğinde, ben yine gelip seni bulacağım, merak
etme!.. dedi, gitti.
Elhamdulillah iyileşip taburcu oldum. Çok sürmedi bizi terhis ettiller, artık
memleketim olan Ladik’e gelmiştim.
İşte Hocamın bana çölde yaralı iken gelip kurtardığı sırada verip içirdiği,
bana hayat bahşeden o sudan sonra bende bir aşk başladı. Aşk ateşi beni günden
güne benim sinemi yakmaya ve beni dağlara, ıssız yerlere sürüklemeye başladı.
Evde duramaz oldum, derdimi de kimseye anlatamıyordum.
Yine
bir gün sıkıntımdan, üzüntü ve kederimden ne yaptığımı, ne yapacağımı bilmez
bir halde iken, Aşk’ın galebesi ile dağlara çıkıp gittim.
Bir kış günü idi, her taraf kar kaplı. Bir de baktım ki, onbir tane kurt arkama
düştüler. Durumlarından aç oldukları belli idi. Korkup olduğum yerde durdum,
onlar da durdular.
-Yaa
Rab..! Sen muhafaza eyle.! Diyerek , Rabbıma niyaz ettim.
Hayvanlar ağızlarını kaldırarak hep birden
öyle bir uludular ki; Vücudumun bütün kılları, adeta elbisemden dışarı
çıkmıştı. Tam o sırada, semadan kurtların üzerine beyaz, koyun kuyruğu şeklinde
birşey indi. Hemen kapışıp yediler ve birazını bırakıp gittiler.
Onlar gittikten sonra, o şeyin düştüğü yere
varıp;
Acaba bir parça kalmış mı? Diye bakarken
ufacık bir parça buldum. Hakikaten kuyruk şeklinde beyaz ve yumuşak bir şeydi.
Bu parçayı aldım yedim. Günlerce açlık hissetmedim..!
İşte böyle günler aylar geçiyor. Hep gözlerim yolları gözlüyor. O’nu bekliyorum
;çünkü;
-Geleceğim... demişti.
Gönlümdeki yangın ateşi arttıkça, lisanım
gönlümdeki feryadı dışarıya döküyordu...
Tam
oniki sene geçmişti aradan. Nihayet bir gün Elhamdülillah, Hocam teşrif edip
göründüler, artık dünyalar benim oldu.
İşte o günden sonra, hemen
hemen hergün uğrar, lüzum eden ders ve malümatı verirdi. Zaman geldi artık beni
alır, kendisi ile beraber manevi toplantılara götürürdü. Kendisi gelmediği
zaman, manevi telefonla haberleşir, emredilen yere saatinden önce varırdım.
Daima böyle saatinden önce vardığım için de, üstadım beni çok sever memnun
olurdu.
0 comments :
Yorum Gönder