Olağan üstü denebilecek güçlere sahip olma, maddeye ve tabiat
olaylarına söz geçirme, geleceği bilme, her yönüyle mükemmel bir insan olma,
yüksek bilinç seviyesine yükselme... kısacası tasavvuf ehlinin tabiriyle kâmil insan yeni tabirle yetkin/kozmik insan olma vaat, arzu ve arayışı
ayakların kaydığı zeminlerden birisidir. Nitekim son zamanlarda, mahiyetleri
tam bilinemeyen bazı oluşum ve tarikatlar propagandalarında şu tür ifadeler
kullanmaktadırlar: “Uzay uygarlığına ulaşmak, bir üst dereceye yükselmek, kozmik
insan olmak, yedinci bilinç seviyesine yükselmek… vs. istiyorsanız bize
katılın!”
Genelde İslam"ın özelde ise tasavvufun insana bakış açısına
kısaca değinerek bu konuda aşırıya gitmenin yanlışlığına işaret etmek
istiyoruz. Arkasından da Mevlâna"nın konu ile ilgili görüşlerine değinmeye
çalışacağız.
İnsan yaratılmış
varlıklar arasında mükemmel
bir yaradılışa sahiptir. Ahsen-i
takvim (et-Tin, 95/4) sırrına mazhardır ve Allah"ın
sıfatlarından tecelliler taşımaktadır. Böyle olmakla birlikte, Allah"a
nazaran eksik olan bir varlıktır. Çünkü mutlak
kemâl sadece O"na
aittir. Kur"an-i Kerim"in insanla ilgili bir kaç ayeti şöyledir:
Meleklere hitaben şöyle deniliyor: “Onu düzenleyip insan şekline koyduğum ve
ona ruhumdan üflediğim zaman hemen ona secde edin.” (Hicr, 15/29; Sad,
38/72) “Biz insanı en güzel biçimde yarattık.” (Tin, 95/4) “Allah
sizi yeryüzünde halife yaptı.” (En"am, 6/165) “Gerçekten
insanoğlunu şerefli/kerim kıldık.” (İsra, 17/70)
Bu ayetlerde insanın ilahî, sermedi, lahutî ve batinî bir
yönünün bulunduğu ortaya çıkmaktadır. Elbette insanın eksikliğini,
yetersizliğini, isyankârlığını, nankörlüğünü, zayıflığını vs. vurgulayan
ayetler de vardır. “İnsan zayıf yaratılmıştır.” (Nisa, 4/28) “Doğrusu
insan hırslı ve huysuz yaratılmıştır.” (Mearic, 79/19) vb. Ancak tasavvuf
geleneğinde, özellikle de vahdet-i vücûd anlayışında, insanın daha çok birinci
sırada zikredilen özellikleri öne çıkarılarak bir insan-ı kâmil anlayışı geliştirilmiştir. Özeti
şudur: Allah fiil ve isimleri ile bilinir (malumdur). Bunların tecelli alanı
ise varlık ve olaylardır. İnsan ise, varlığın hem nüvesi (çekirdeği/özü), hem
de meyvesidir. Aynı zamanda Allah"ın halifesi olan insan, kemâl derecesine
ulaşınca, Allah"ın zat, sıfat ve isimlerinin en mükemmel şekilde tecelli
ettiği varlık olur. O Allah ile âlem, zahir ile batın arasında bir berzah olduğu
gibi, bütün ilahî kemâl manaları kendisinde gerçekleştiren kişidir. Âlem
Allah"ın tecelli ettiği bir aynadır. İnsan-ı Kâmil bu aynanın cilasıdır.
Zira “Allah Âdem"i kendi sûretinde yarattı.”1 Bu durum Hz. Âdem"den sonra da
devam etti, nebiler ve veliler bu özelliği
taşıdı.
Sûfîler, insan-ı kâmilin, Allah ile âlem arasında yer alması
konusunu işârî yönden şu ayetle açıklamaktadırlar: “O iki denizi salıverdi.
Birbirlerine temas ediyorlar, aralarında bir engel vardır, birbirine geçip
karışmıyorlar.” (Rahman, 55/19–20) Bu ayetlerin ışığında, Allah ile insan-ı
kâmilin birleşmesi (ittihad) birbirine girip karışması (hulûl)
görüşleri de kendiliğinden çürümektedir. Onun için insan-ı kâmil vasat-ı camiadır.
Diğer taraftan insan-i kâmil, din ve diyanet adına örnek bir
tiptir. İman, İslam ve ihsan onun yol ve yörüngesi, Allah rızası hedefi,
Hakk"ı sevip sevdirmek vazifesi, cennet ve Cemalullah da bu düşünce ve
aksiyonun sürpriz semeresidir. Varlık ve olaylarla ilgisi ve müdahalesi
açısından insan-i kâmil yeryüzünde Allah"ın halifesidir. (el-Bakara, 2/30)
O her zaman kendi konumunun farkındadır. Her şeyin Allah"tan geldiği
şuuruyla kendi yaratılmışlık ve kulluk sınırlarını korumada hassas hareket eder;
ne mazhariyetlerini şatahat vesilesi yapar, ne de ayinedârlığını ayniyet
iltibasına düşer.
Tasavvuftaki insan-ı kâmil, özel anlamda ve zirve seviyede Hz.
Muhammed (sas)"dir. Her ne kadar bütün nebiler ve onlardan sonra da
veliler birer insan-ı kâmil iseler de Allah"ın bütün isimlerini kemâl
derecede temsil etmezler. “Herkesin kabiliyetine vabestedir âsâr-ı feyzi”
ifadesi buna işaret etmektedir. Bütün enbiya ve evliyada icmal edilen isim ve
sıfatlar tafsilî bir şekilde Hz. Muhammed (sas)"de tecelli etmiştir. Kemâli
isteyen bir kimse için bütün mertebeleri aşarak Hakikat-ı Muhammediye"ye
ulaşmak bir idealdir. Onun için tasavvuf büyükleri ferdî anlamda insan-i kâmil
olabilme idealini sürekli canlı tutmuşlardır. Kozmik anlamda en mükemmel varlık
olan insan, bu durumunu fert planında da gerçekleştirebilmek için marifet
ufkuna yükselmeye ve ilim-amel bütünlüğünü sağlamaya gayret edecektir.
Yapılan izahlardan konuyu şu başlıklar halinde müşahhaslaştırmak
mümkündür: Vahdet-i vücûd felsefesinde, vücûd mertebelerinin yedili tasnifine
göre ikinci mertebe taayyün-i evvel adını alır. Buna aynı zamanda Hakikat-ı
Muhammediye veya insan-ı kâmil adı da verilir. Hakikat-ı
Muhammediye, zaman ve mekân sınırlarının dışında saf metafizik bir olgudur.
Tasavvuf kitaplarında birçok üstün niteliklerin atfedildiği mertebe/manevî
(kozmik) varlık budur. Vahdet-i vücûd felsefesinin merâtib-i vücûd izahına göre
bu mertebeyi Zat"tan ayırmak mümkün olmadığı gibi O"nunla aynı saymak
da mümkün değildir. Zira aralarında fark vardır.
Başta Kur"an ve Hadis-i şerifler olmak üzere İslam kültürü
bütünüyle göz önüne alınınca şöyle bir tasnif ortaya çıkmaktadır:
A. İnsan-i Kâmil
I. Hakikat-ı Muhammediye
a. Varlığın İlk
Mertebesi-Hz. Muhammed"in Manevi Varlığı (Batını)- diğer Nebilerin
Manevi Varlığı (Batını) – Hatmu"l-Velayenin Manevi Varlığı (Batını)
Manevi Varlığı (Batını) – Hatmu"l-Velayenin Manevi Varlığı (Batını)
Vücûd mertebelerinin yedili tasnifinde ikinci mertebe Taayyün-i
Evvel adını alır. Buna aynı zamanda Hakikat-ı Muhammediye veya İnsan-i Kâmil
adı da verilir. Burada Hakikat-ı Muhammediye, zaman ve mekân sınırlarının
dışında saf metafizik bir ilkedir. Tasavvuf felsefesini ele alan kitaplarda
birçok üstün niteliklerin atfedildiği mertebe budur. Vahdet-i vücûd
felsefesinin merâtib-i vücûd izahına göre bu mertebeyi Allah"tan (Zat)
ayırmak mümkün olmadığı gibi, O"nunla aynı saymak da mümkün değildir.
b. Her Asırda Bir Kişi Tarafından Temsil Edilen
Makamın Sahibi
Tasavvufî anlayışta kâinat-ı manen idare eden
Ricalu"l-Gaybın başında yer alan ve genelde "kutup" adı verilen
kişidir. Her ne kadar bu kişi de mükemmel bir insan ise de birinci şıkta yer
alanların seviyesinde değildir. Üstelik bu sadece manevî bir makam da değildir.
Zahiren insanlar tarafından bilinmezse bile böyle bir şahıs vardır.
II. Kâmil İnsan
a. Mürşid
Seyr u sulûk esaslarına göre ruhî eğitimini tamamlamış ve irşada
ehil olup mürşidi tarafından irşadla görevlendirilen kişidir. Kâmil ve mükemmil
bir şahsiyettir.
b. Kâmil Mü"min
Bir tarikata mensup olmazsa bile, Kitap ve sünnete göre
Allah"ı tanıyıp mükemmel bir İslamî hayatı ve düşüncesi olan her
mü"mindir.
Yine yedili tasnife göre yedinci mertebe olan insan mertebesi,
la taayün hariç, daha önceki bütün mertebeleri camidir. Her mertebe bir ilahî
ismin mazharı iken insan mertebesi Allah isminin mazharıdır. Allah ismi, diğer
bütün isimleri cami olduğu gibi insan da diğer mertebeleri camidir. Aziz Mahmud
Hudayi"nin,
“Ayinedir bu âlem her şey Hakk ile kaim,
Mir"at-i Muhammed"de Allah görünün daim”
beyti bu anlayışın ifadesidir.
İkinci mertebedeki insan-i kâmil ile yedinci mertebedeki insan-i
kâmil arasındaki fark, ilkinin Allah"ın ilminde/manen (kozmolojik),
ikincisinin ise maddeten zuhur etmiş olmalarıdır.
Azizüddin Nesefî, insan-i kâmili “şeriat, tarikat ve hakikatte
tam olan insandır” diye tarif eder ve bunu şöyle açıklar: “Kâmil insan, iyi
söz, iyi hareket, iyi ahlak ve iyi bilgide tam olandır. Bu dört şeyi kemâle
erdiren kemâle ulaşmış sayılır.”2 Öyle ise tasavvufî telakkide her
insan, bu ikinci anlamıyla, insan-i kâmil olmaya adaydır. Çünkü insan bu
kabiliyette yaratılmıştır. Bu kabiliyetlerini gereğine uygun metotlarla
geliştirenler o makama erişebilirler.
Tasavvufî sistemini insan-i kâmil olgusu üzerinde kuran
Abdülkerim el-Cilî3, insanların tamamının, insan olmaları
açısından, diğer varlıklar arasında kâmil olduklarını belirttikten sonra şu
tasnif ve izahı yapar:
1. Bi"l-fiil
kâmil olan insanlar. Bunlar da iki guruba ayrılırlar: a. Tarih-i bir şahsiyet
olarak Hz. Muhammed (sas) hem kâmil, hem mükemmildir. b. Birer tarihî şahsiyet
olarak diğer peygamberler ve veliler. Bunlar mükemmil olmayıp kâmildirler. Bu
noktada metafizik, tasavvufî ve epistemolojik açıdan konuya yaklaşılmaktadır.
2. Bi"l-kuvve
kâmil olan insanlar. Bu guruba bütün insanlar girer. Bir varlık olarak insan,
ilahî isim ve sıfatların kendisinde tecelli ettiği kâmil varlıktır. Diğer
varlıklarda parça parça olarak ortaya çıkan ilahî kemal, yalnızca insan
vasıtasıyla toplu bir şekilde zuhur eder. Bu anlamda bütün insanlar kâmildir.
Çünkü ontolojik yetkinlik insanın yaratılışında vardır. Ne var ki, bu yetkinlik
bi"l-fiil değil, bi"l-kuvvedir. Bu noktada konuya kozmik, felsefî ve
ontolojik olarak yaklaşılmaktadır.
Kendisinde isim ve sıfatların bi"l-kuvve bulunduğu insan,
çeşitli süreç ve mertebeleri aşarak isim, sıfat ve daha sonra da Zatın
müşahedesine ulaşır. Böylece insan (sufî) Allah ve kendisi hakkında gerçek
bilgiyi elde etmiş olur. Öyle ise burada insan-i kâmil, sufî tecrübe yoluyla epistemolojik
yetkinliğe ulaşmış insan demektir. Fiili olarak yetkinleşen ve sınırlı olan bu
insanlar nebi ve velilerdir.
Kısacası Hakikat-ı Muhammediye, Kadim ile hadis arasındaki
berzahtır ve Hz. Muhammed (sas) dâhil bütün nebi ve veliler bu hakikatten pay
alırlar. Bir ilke olarak Hakikat-ı Muhammediye bütün ilahî sıfatlara sahiptir.
Tarihî bir şahsiyet olan Hz. Muhammed (sas) ise, bütün beşerî yetkinlikleri
kendinde toplamıştır. Başka bir ifade ile Muhammedî Hakikat, var olmanın bütün
özelliklerini potansiyel olarak taşırken, tarihî şahsiyet olarak Hz. Muhammed
(sas), var olmanın bütün özelliklerini fiili olarak yansıtır. Çünkü varlık onun
hakikati ile zuhur etmeye başlar ve onun sûretinin zuhuru ile zirveye ulaşır.4
Verilen bilgiler göz önüne alınırsa insanların, kemal açısından,
şu üç guruba ayrıldıklarını söylemek mümkündür:
1. Peygamberler: İlk peygamber Hz.
Âdem"den son peygamber Hz. Muhammed"(sas)"e varıncaya kadar
bütün peygamberlerin manevî ve batinî varlığı, derecesine göre, bu olgunun
birer temsilcisi olmakla birlikte, son peygamber zirvede yer almaktadır.
2. Ricalu"l-Gayb:
Tasavvufî anlayışta kâinatı manen idare eden ricalü"l-gayb ve bunların
başında yer alan ve genelde kutup adı verilen kişi ikinci derecede
Hakikat-i Muhammediye"den nasibini almaktadır. Her ne kadar kutup da
mükemmel bir insan ise de, birinci şıkta bulunanların seviyesinde değildir.
3. Kâmil insan.
Bunu da iki şıkta incelemek daha açıklayıcı olabilir. a. Mürşid: Seyr u sulûk
esaslarına göre ruhî eğitimini tamamlamış, irşada ehil olup mürşidi tarafından
irşadla görevlendirilen kişidir. Kâmil ve mükemmil bir şahsiyettir. Her tarikat
mensubunun kendi şeyhini bu makamda görmesi normaldir, hatta feyiz alabilmesi
için bu anlayışta olması tavsiye edilir. b. Kâmil mümin: İster bir tarikata
intisap etmiş olsun ister olmasın, Kitap ve sünnete göre Allah"ı tanıyıp
mükemmel bir İslamî hayatı ve düşüncesi olan her mümin bu gurupta
değerlendirilebilir.
Yukarıda verdiğimiz tasnif tasavvufî eserlerde geçmemekle
beraber, konunun anlaşılması için tarafımızdan düzenlenmiştir.5 Gaye her insanın şeyhini Hakikat-ı
Muhammediye makamının sahibi veya kutup görmesinin yanlışlığına ve tasavvuf
karşıtlarının bu noktaya yönelik tenkitlerinin yersizliğine işaret etmektir.
Elbette bu tasnif işin erbabı tarafından yapılacak tenkit ve izahlara açıktır.
Ayrıca kâmil insan meselesi kozmolojik bir yöne de sahiptir ve
tasavvufî/felsefî eserlerde Hakikat-ı Muhammediye, Nur-i Muhammedî, yetkin
insan, kelime (logos) vb. başlıklar altında yer almaktadır.
Kısaca değindiğimiz İslam Tasavvufundaki
kâmil insan düşüncesi, aşkın bir
Allah ve O"nun kulu olan insan ayırımına dayandığından, bu konudaki
en tutarlı ve dengeli düşünce olmasına rağmen, yanlış anlaşılmalara neden
olabilecek bazı aşırı yorumlar yapıldığından ötürü, bazı İslam âlimleri
tarafından kısmen tenkide uğramıştır.
Dünya genelinde bu arada ülkemizde de değişik isimler altında
arz-ı endam eden akımlarda ise, Allah -hâşâ- yok sayılarak O"nun yerine
insan konmakta ve her şeye gücü yeten bir yaratıcı edasıyla karşımıza
çıkarılmak istenmektedir. Bu da kişilik bozulmalarına ve her istediğini yapmaya
kalkışma sendromuna neden olmaktadır. Zaten şeytana alet olma da bu noktada
başlamaktadır. Allah"a kulluğu reddeden kişi yabancılaşarak hürriyetini
kaybedecek ve Allah"ın dışında her şeyi mabud/ilah edinmeye açık ve hazır
hale gelecektir. Zira üzerinde yaratılmış olduğu fıtratıyla ters düşmüştür.
Maddeler halinde özetlersek:
Tasavvuftaki kâmil insan anlayışında,
a. Hiç bir insan Allah
mertebesine çıkamaz ve O"nun niteliklerini elde edemez.
b. Hakikat-ı Muhammediye
dâhil olmak üzere, ilk taayyün seviyesinde bile olsa, Allah"tan başka her
şey yaratılmıştır.
c. Abd ve mabud ayırımı yapılarak, kişinin hiç bir
seviyede ilahlaşma iddiasına kapılmaması, dolayısıyla ibadetten uzak durmaması
gerektiği vurgulanmıştır.6
Diğer akımların kâmil insan anlayışında ise,
a. Aşkın bir Allah anlayışı
olmadığı gibi, hemen hiç birinde Allah inancı da bulunmamaktadır. Buna bağlı
olarak elbette ahiret, nübüvvet, vahiy gibi inançlara da yer verilmemektedir.
b. İnsan her şeyden üstün
görülerek, Firavnvarî bir benlik, kibir ve kendini beğenmişlik girdabına
sürüklenmektedir. Oysa tasavvufî eğitimin temel hedeflerinden birisi benliği
yıkmak, onu sıfırlamaktır.
c. Allah"a kul olup
ibadet etmesi engellenerek kişi, her şeye kul olma gibi bir tehlike ile karşı
karşıya bırakılmaktadır.
d. Vadedilen seviye
yakalanamayınca -ki bu mümkün değil- mutsuzluk başlamakta, ruhî ve psikolojik
hastalıklar, bazen de ferdî veya toplu intiharlar yaşanmaktadır. İnsana, her
şeyi yapma güç ve yetkisi olduğu ve her şeyin hâkimi olduğu hissi verilerek,
kontrolsüz davranmasına ve tabiatı tahrip etmesine kapı açılmaktadır. Oysa
tasavvufta, canlı-cansız her şeyin Allah"ın bir yaratığı olduğu ve
O"ndan ötürü sevilmesi ve korunması gerektiği vurgulanmaktadır.
Mevlâna"da İnsan-i Kâmil
Mevlâna yaşadığı tarih itibariyle, eserlerinde insan-ı kâmil kavramından derinlikli bir şekilde
söz eden İbn Arabî (1240) ile bu kavramı tasavvufî anlayışının temel taşı
haline getiren ve bu isimle kitap telif eden Abdülkerim el-Cîlî (1422)"nin
arasında yer almaktadır. Ayrıca İbn Arabî Konya"da bir süre yaşamış ve Mevlâna"nın
hocası olan Sadreddin Konevî ile sıhriyet bağı kurmuş; bu arada, Mevlâna İbn
Arabî"nin ikamet ederek bir süre sonra vefat ettiği Şam"a da
seyahatlerde bulunmuştur. Dolayısıyla bu kavram ve muhtevasından habersiz
olması düşünülemez. Zaten, sistematik olmasa bile, konu ile ilgili düşünceler
daha önce de bulunmaktaydı.
Diğer taraftan Mevlana, konuyla ilgili çok açık ve alanın
kavramlarını kullandığı sistematik açıklamaları olmasa bile, vahdet-i vücûd
anlayışına sahiptir. Bu anlayışın temel taşlarından biri de, bilindiği gibi, insan-i kâmil konusudur. Özellikle meratib-i
vücûd konusunda bu kavram Hakikat-ı
Muhammediye ile birlikte
ciddi bir yer tutmaktadır. Dolayısıyla Mevlana"nın eserlerinde, özellikle
bir tasavvuf ansiklopedisi de denilecek kadar geniş olan Mesnevî ve Divanında
insan-i kâmil konusuna yer vermemiş olması düşünülemez. Ancak şiir dilinin daha
çok remiz, mecaz, kinaye ve işaretlerden oluşması, bu arada konular işlenirken
bir birine geçmiş, bazen çok uzun hikâye ve temsillerin verilmesi, yukarıda
belirtilen birinci anlamda, Mevlâna"nın eserlerinden fikirlerini net bir
şekilde çıkarmayı zorlaştırmakta ve uzun zaman isteyen titiz çalışmalar
gerektirmektedir. Aslında o, ince ve çetrefil tasavvufî meseleleri teorik
tartışmalar ve muğlak felsefî ifadeler yerine günlük hayattan basit misaller ve
sembollere başvurarak açıklar.
İkinci, yani kâmil insan/mümin anlamında ise Mevlâna, bize
anlaşılır, fazla izaha gerek duyulmayan, ayet ve hadislerle süslü çok geniş bir
malzeme bırakmıştır. Eserlerinde daha çok güzel ahlak ve aşk ağırlıklı bir
insan anlayışının öne çıktığı müşahede edilmektedir. Güzel ahlâk, mükemmel
kulluk çizgisi ve aşka sahip olan kâmil mümin daha kucaklayıcı olduğu gibi, hem
“kim olursan ol yine gel...” diyebilmekte, hem de “her yaratılanı Yaratandan
ötürü sevebilmektedir.” Biz çalışmamızın bu ikinci kısmında, bu iki anlamı ayrı başlıklar
altına almadan ama daha çok ilk anlama gelebilecek işaretler taşıyan, ancak
sayılan nedenlerden ötürü, konuyu ciddi şekilde sınırlayarak, üç başlık altında
özet bilgiler verme yoluna gittik.
A. Hz. Peygamber (sas)"e Bakışı
Yukarıda da işaret edildiği gibi, insan-i kâmil"in
zirvesini Hz. Peygamber (sas)"e aittir. Bu kavramdan söz edildiğinde ilk O
akla gelir. Mevlâna da O"ndan söz ederken, dolayısıyla insan-i kâmil
düşüncesini, kendine has üslubu ile işlemektedir.
Meşhur olan rubaisiyle başlamak istiyoruz:
“Canım tenimde oldukça Kur"an"ın kölesiyim. Ben
Allah"ın seçkin peygamberi Muhammed"in yolunun toprağıyım. Her kim
bundan başka benden bir söz naklederse ona çok üzülür ve o sözden de çok üzüntü
duyarım.”7
“Hz. Ahmet, eğer o ulu ve yüce kanadını açarsa Cebrail, ebedî
olarak kendinden geçip gider.”8
“O (Miraçta) Tanrı ululuğu ile, Tanrı celaliyle öyle dolmuştu
ki, bu dereceye, bu makama Tanrı ehli bile yol bulamaz.”
“Bizim makamımıza ne bir şeriat sahibi peygamber erişebilir, ne
melek, ne de ruh” dedi, artık düşünün anlayın.
“Göz Tanrıdan başka bir yere şaşmadı,
meyletmedi” sırrına mazhar, karga değiliz, âlemi renk renk boyayan Tanrı sarhoşuyuz; bağın bahçenin
sarhoşu değil” buyurdu.9
“O iyi işlerde imama olan; keremlere, kerâmetlere düzen
verendir.”10
“Ona benzer ne gelmiştir, ne de gelecek.”11
“O olmasaydı gökyüzü olmazdı, dönmezdi, nurlanmazdı, meleklere
yurt kesilmezdi. O olmasaydı denizler olmaz, denizlerdeki heybet vücut bulmaz,
balıklar ve padişahlara layık inciler meydana gelmezdi. Yine
o olmasaydı yeryüzü olmaz, yeryüzünün
içinde defineler, dışında yaseminler yaratılmazdı.”12
“Taze baht dostumuz, can vermek işimiz-gücümüz; kervanbaşımız da
dünyanın övündüğü Mustafa bizim.”13
“O aşk madeni,14 O
kerem denizi,15 âlemin
de, âdemin de en başı, en büyüğü, en iyisi, insanlarla cinlerin peygamberi, iki
âlemin güneşi, âlemin rahmeti, âdemoğullarının övüncü...”16 “Peygamberler başı, sefa denizi,17 naziri (benzeri) olmayan…”18
“O seçilmiş elçi, O kadri yüce sefir, “sonra
yaklaştı, yakınlaştı” (Necm, 53/8 ) makamına yaklaştırılmış olan, “iki
yay kadar kaldı araları yahut daha da yakın” (Necm, 53/9) ayetiyle durağı
bildirilen, önce gelenlerin de
hayırlısı, sonra gelenlerin de hayırlısı bulunan, peygamberlerin sonuncusu,
varlıkların özü-özeti, apaçık deliller gösteren; sonu, ucu bucağı bulunmayan,
kıyaslanamayan bir deniz olan, “ona bir ışık verdik ki, insanlar arasında
onunla gezer” (En"am, 6/122) ayetiyle şanı övülmüş bulunan; cennetin,
cennet bahçelerinin kilidi: sırlarda ve gerçeklerdeki remizleri açan, “gerçekten
de biz sana Kevser"i verdik” (Kevser, 108/1) fermanıyla âlemi
aydınlatan, güneşe eş...”19
“Anlam denizi aşktır; her birisi o denizde bir balık, Ahmet ise
denizdeki incidir.”20
Şems-i Tebrizi ile Mevlana"nın o ilk büyük
karşılaşmalarında Şems ona şöyle bir soru yöneltir:
“Ey dünya ve mana nakitlerinin sarrafı, Tanrı adlarının bilgini!
Söyle, Muhammet Hazretleri mi büyük yoksa Beyazıt mı büyüktü?” Mevlana: ”Hayır,
hayır, Muhammed Mustafa bütün peygamber ve velilerin başbuğu ve reisidir.
Hakikatte büyüklük ve ululuk onundur,” diye buyurdu.”21
“…Nebi, o ölmeyen aşk ve sevgiden ibarettir. Biri dedi ki:
“Niçin minarede yalnız Tanrıyı sena etmeyip Muhammedi de anıyorlar?” Ona
dediler ki: “Muhammed"in övülmesi Tanrı"nın senası değil midir sanki?”22
“Âlemden maksat insandır, insandan maksat da o soluktur.23 Arz, Muhammed"in vücududur.
Gökler ise O"nun düşüncesi, tasavvuru ve parlak muhayyilesidir.”24
“Peygamber Mekke'yi fethetmeye uğraştı diye nasıl olur da dünya
sevgisi ile itham edilir? O öyle bir kişiydi ki, imtihan günü (yani Mi'raçta)
yedi göğün hazinesine karşı hem gözünü yumdu, hem gönlünü kapadı. Onu görmek
için yedi kat gök uçtan uca hurilerle meleklerle dolmuştur. Hepsi kendisini
onun için bezemişti, fakat onda sevgiliye aşktan, sevgiliye meyil ve
muhabbetten başka bir hevâ ve heves nerde ki: O Tanrı ululuğu ile Tanrı celâli
ile öyle dolmuştu ki, bu dereceye, bu makama Tanrı ehli bile yol bulamaz.
"Bizim makamımıza ne bir şeriat sahibi peygamber erişebilir, ne melek, ne
de ruh" dedi. Artık düşünün, anlayın...”25
“Hz. Ahmed eğer o yüce kanadını açarsa Cebrail ebedi olarak
kendinden geçip gider./ Ahmed Sidre'den ve Cebraili'in gözetme yerinden,
makamından, sınırından geçince,/ Cebrail'e "Hadi ardımca uç" dedi.
Cebrail dedi ki, "Yürü, yürü, ben senin eşin değilim./ Hz. Ahmed tekrar
" Ey perdeleri yakan, gel ben daha kendi yüce makamıma gitmedim ki"
dedi./ Cebrail dedi ki, "A benim güzel nurlu
arkadaşım, bir kanat çırpıp buradan ileriye geçsem kolum
yanar."/ Bu hikâyeler hayret içinde hayrettir. Tanrı hasları, daha has
olanların hallerini, görünce kendilerinden geçerler.”26
“Bir adam yokluğa erişir, kendisine yokluğu zinet edinirse,
Muhammed gibi o adamın da gölgesiolmaz./
"Yokluk benim iftiharımdır" sırrına zinet yokluktur. Bu çeşit
insan, mumun alevi gibi gölgesizdir.”27
“Muhammed de elde bulunan, görünüp duran yüzlerce kıyametti.
Çünkü o her hakikati, her sırrı çözüp bağlama yokluğunda hallolmuş, hakiki
varlığa ulaşmıştı./ Ahmed bu dünyaya ikinci defa doğmuştu. O, apaçık yüzlerce
kıyametti... /İşte onun için o güzel haberler veren, "Ey ulular"
demiştir, "ölümden önce ölün".28 "Gözü Tanrı'dan başka bir şeye
kaymadı" (Necm: 53/17) da onun için Muhammed her derdin şefaatçisi oldu./
Dünya gecesinde güneş perde ardındayken o Tanrı'yı görüyordu, ümidi O'ndandı./
İki gözü de "Biz senin göksünü açmadık mı, ferahlatmadık mı seni"
(İnşirah: 94/1) sürmesiyle sürmelenmişti. Cebraili'in bile görmeye tahammül
edemediğini o gördü.../ Kulların duraklarını gördü, hâsılı o yüzden Tanrı onun
adını "Gören tanık" koydu. Şahidin aleti keskin gözle keskin
kulaktır. Geceleri bile uyanıktır, sırlar ondan gizlenemez.”29
“(Peygamber (sav) ziyaretine gittiği bir hastaya ne yapıp da
hasta olduğunu sordu, "yoksa yanlış bir dua mı yaptın" dedi, hasta
önce hatırlayamadı, "himmet et de hatırlayayım" dedi...) Mustafa'nın
nur bağışlayan huzuru hürmetine duayı hatırladı./ Her yanı aydınlatan
Peygamberin himmeti, ona hatırlayamadığını hatırlattı./ Hakla batılın arasını
ayırt eden aydınlık, gönülden gönüle açılmış olan pencereden parladı. (Adam
Harut marut gibi "günahlarımın cezasını burada çektir, oraya
kalmasın" diye dua etmiş imiş, Hz. Peygamber bunu doğru bulmamış, böyle
demek yerine Allah'a sığınmayı, tövbe etmeyi tavsiye etmiştir.)”30
“Senin nurun olmadıkça aydın gün bile gecedir, sana sığınmadıkça
aslan bile tavşan sayılır/ Ey Mustafa bu nur denizinde kaptanlık et, çünkü sen
ikinci Nuh'sun... Halvet zamanı değil, topluluğa gel ey Peygamber, hidâyet Kaf
dağına benzer, sen ise Hümâsın.../Ey şifa, hastayı terk etme, sağıra kızıp
körün sopasını bırakma!/ Sen demedin mi ki, "Körü yolda tutup yeden
Tanrıdan yüzlerce ecir alır, yüzlerce sevaba girer...”/Öyleyse bu kararsız
cihandaki körleri kater kater yed... Ey takva sahiplerinin imamı, bu hayallere
kapılanları yakin makamına kadar götür.../ Ey benim En Ulu Peygamberim, aklın
mumu kasırgama karşı nedir ki!/ Sen vaktin İsrafil"isin, doğruca kalk da
kıyametten önce bir kıyamet kopar.”31
Buraya kadar verilen bilgilerden, Mevlana"nın, Hz.
Peygamber (sas)"in insan-i kâmil yönünü anlatan özelliklerine işaret
ettiği görülmektedir.
B. İnsana Bakış
Bütün İslâm mütefekkirleri gibi Mevlâna"ya göre de insan,
bedeniyle pek küçük ve değersizdir ama, mana cihetiyle o âlemin en kıymetli
unsurudur: “Sen görünüşte bu âlemde en küçük şeysin ama taşıdığın mana bakımından
en büyük âlem sensin.”
Mevlâna, kendi hayat serüveniyle birlikte insanlığın üç
mertebesini üç kelimeyle özetler: “Hamdım, piştim, yandım.” Tenine kul olan
insan biyolojik insandır, hamdır ve insanlık merdiveninin en alt basamaklarını
mekân edinmiştir. Pişmesi ve nefsine galebesi oranında basamak basamak
yükselir. Aşağıda Mevlana"nın bu serüvene ve yolcularına ait özelliklerini
sayan sözlerinden örnekler verilecektir.
“Sen cihanın hazinesidir, cihan ise yarım arpaya değmez. Sen
cihanın temelsin, cihan senin yüzünden taptazedir. Diyelim ki âlemi meşale ve
ışık kaplamış, çakmaksız ve taşsız olduktan sonra, o iğreti bir rüzgârdan başka
nedir.”32
“Gözümüze bak da Hakk"ın cemalini gör. Çünkü bu, gerçeğin
kendisi ve katıksız bilginin ışığıdır. Hak da kendi güzelliğini bizde seyreder.
Sakın bu sırrı açıklama, kanını yerlere dökerler”33
“Murat sensin. Neden oraya buraya koşuyorsun? O, sen demektir.
Ama sen, sakın ben deme, hep sen diye söyle. Senlik O"luk şaşkınlıktan
ileri gelir. Göz dürüst görürse sen O olursun, O da sen olur.”34
“Ey Tanrı kitabını örneği insanoğlu! Ey şahlık güzelliğinin
aynası mutlu varlık! Her şey sensin. Âlemde ne varsa, senden dışarıda değil.
Sen her ne ararsan kendinde ara, çünkü her varlık sende.”35
“İnsan, yücelik, üstünlük vasıflarının ölçüsüdür,
mi"yarıdır. İnsanın vasfı, Hakk"ın ayetlerine mazhar olmuştur.”36
Ben, padişahın cinsinden değilim, böyle bir düşümce benden uzak
olsun. Fakat O"nun tecellisi ile, O"nun nuruna sahibim.”37
“Miraca ağın, hepiniz peygamber soyusunuz.”38
“Her devirde, peygamber makamında bir veli vardır ve bu kıyamete
kadar böyle sürüp gider. Diri ve faal önder ve velidir. İster Ömer soyundan
olsun ister Ali soyundan; Mehdi de odur, hidayete erdiren de Hem gizlidir o,
hem aşikârdır. O, nura benzer, akıl onun Cebrail"idir. Ondan aşağı
mertebede olan veli de onun kandili durumundadır.”39
“Ahmed, böyle beti-benzi sararmış, sarhoş bir halde beni görse
gözlerimi öper, ben de ayaklarına kapanırım onun. Bu gün Ahmed benim, ama dünkü
Ahmed değil… Bu gün Zümrüdüanka benim, yemsiz kalmış kuşcağız değilim.
Bir padişah var ki bütün padişahlar katırcı kesilmiş ona; bu gün
benim o padişah, geçen günün padişahı değilim ben. Allahlık şerbetinden,
Ene"l-Hakk şarabından her kes kadehle içti, bense küplerle içtim. Ben
canlar kıblesiyim, Arşın mescidiyim ben, Cuma mescidi değilim. Saf aynayım ben,
kararmış, sırı dökülmüş ayna değilim… Tur-i Sina"nın gönlüyüm ben,
kinlerle dolu gönül değilim.
Ebedî sarhoşum; üzümün, bağın sarhoşu değil… Can lokması yerim
ben, tarhana çorbası içmem ben.”40
“Her susamış gönlü denize götürürler.”41
“Her şey sensin, her şeyden öte ne varsa o da sensin, o da
senden ibaret.”42
“Andolsun ki biz, âdemoğullarına izzet ve şeref verdik” (İsrâ,
17/70) ayet-i kerimesi mucibince vücud-i âdemi Hakk"ın usturlabıdır.43 Madem ki, Hakk Tealâ onu kendine âlim
ve dânâ ve aşinâ kılmıştır, kendi vücudunun usturlabından tecelli-i Hakk"ı
ve cemal-i bi-çûnu dem be dem lemha be lemha görür ve o cemal asla bu ayineden
hali olmaz. Hakk"ın kulları vardır ki, onlar kendilerini hikmet ve marifet
ve kerâmet ile setr ederler. Her ne kadar halkta, onları görebilecek nazar
mevcûd değilse de, yive onlar şiddet-i gayretlerinden tesettür ederler.”44
C. Mesnevinin İlk 18 Beyit
Mesnevînin bizzat Mevlana tarafından yazılan ilk on sekiz
beytinin adeta Mesnevî"nin özeti mahiyetinde olduğu şarihler tarafından
dile getirilmekte ve büyük önem atfedilmektedir. Hatta bu ötürü 18 sayısının
Mevlevilikte neredeyse kutsallık seviyesinde önemsendiği, bazı sulûk
işlemlerinin ve Mevlevî adâbının bu sayı ile ilişkilendirilerek şekillendiği
dile getirilmektedir.45 Şimdi
bu beyitlerin bir kaçını ve konuyla ilgili yapılan bazı açıklamaları arz etmek
istiyorum:
“Dinle, bu ney nasıl şikâyet ediyor, ayrılıkları nasıl
anlatıyor:
Beni kamışlıktan kestiklerinden feryadımdan erkek, kadın… herkes
ağlayıp inledi.
Ayrılıktan parça parça olmuş, kalp isterim ki, iştiyak derdini
açayım.
Aslından uzak düşen kişi, yine vuslat zamanını arar.
Ben her cemiyette ağladım, inledim. Fena hallilerle de eş oldum,
iyi hallilerle de.
Herkes kendi zannınca benim dostum oldu, ama kimse içimdeki
sırları araştırmadı.
Benim esrarım feryadımdan uzak değildir, ancak (her) gözde,
kulakta o nur yok.
Ham, pişkinin halinden anlamaz, öyle ise söz kısa kesilmelidir
vesselam.”46
Hemen ilk cümlede zikredilen neyin
neye işaret olduğu tartışılmış ve Mevlâna"nın eserlerinin değişik
yerlerinde bizzat kendisinin yaptığı açıklamalar da göz önüne alınarak farklı
görüşler ortaya atılmıştır.
Bu görüşlerden bazıları şöyle sıralanabilir: İnsan-i kâmilin en
mümtaz temsilcisi Hz. Muhammet (sas), Mevlâna"nın kendisi, Mürşid, Kâmil
Mü"min, Âşık, Gönül, Kalem, İsrafil"in suru ve Mesnevî.47Ancak
bunlardan en çok tercih edilen ney ile insan-i kâmilin işaret edilmiş
olduğudur. Haklı olarak Mevlana"yı bir insan-i kâmil gören Ahmet Avni
Konuk bu konuda şu açıklamaları yapar: “Hz. Pir: “Bu neyi dinle” tabiriyle
kendi vücûd-i şeriflerine işaret buyururlar. Zira neyin içi boş olup, üfleyen kimsenin
nefesi ondan ses çıkarır. İnsan-i kâmilin vücudu da “ney”e benzer. “Ney”in yedi
deliği, insanın yedi azayı zahirisine işarettir ki, beşerin fiilleri bu
uzuvlardan sadır olur. İnsan-i kâmilin ney gibi boş olan vücudundan zahir olan
fiiller, ancak Hakk"ın tasarrufuyladır.”48
“Ankaravî İsmail Rusuhî Dede, Fatihu"l-Ebyat'ında neyin, "içi boş olduğu
için masivâdan arınmışlığı ve Hakk'ın nefesiyle dolan gerçek sûfî ve aşığı
simgelediğini söyler. Ankaravî, ney'in ebced hesabı ile 60'a karşılık
geldiğini, 60'ın, "sin' harfine tekabül ettiğini, "sin'in de Muhammed
demek olduğunu da açıklamalarına eklemiş ve "bişnov ez ney'i,
"Peygamberden Dinle!' olarak okumuştur. (...) Bununla birlikte, ney'in
nayistan'dan, yani kamışlıktan koparıldığı için "ayrılıktan ("ez
cüdayı ha') yakınması, onun, yersiz yurtsuzlaşmışlığına da işaret eder. Bu, Vahdet'ten
Kesret'e atılmışlığın getirdiği bir yersiz yurtsuzlaşmadır ve Hz. Peygamber'e,
dolayısıyla da İnsan-ı Kamil'e eklemlenir.
Hz. Mevlana'dan sonra sema'da ney taksimi'nin, İsrafil'in
sur'unu temsil ettiği de biliniyor. Asaf Halet Çelebi, "Mevlana ve Mevlevilikte,
sema'da Itri'nin Naat-ı Şerif'inin okunmasından sonra neyzenbaşı'nın 'şah veya
mansur akordundaki ney'i ile yaptığı taksim'den söz ederken şunları söyler:
"Neyin taksimi İsrafil'in surunu temsil etmektedir. Naatı ve ney taksimini
[murakabe vaziyetinde] dinlerler. Taksimin sonuna doğru hafifleyen ney sesine,
başka bir ney veya neyler dem tutarlar. Dervişler birden ellerini zemine vurup
ayağa kalkarlar. Bu hareket de, sur'u duyan canların kıyamet gününde
dirilmelerini temsil etmektedir."”49
Şimdi de, bu beyitlerden konumuz olan insan-ı kâmile olan
işaretlerin bazılarını Ahmed Avni Konuk"un şerhinden almak istiyoruz:
Şarihler kamışlığı, a"yan-ı sabite, ruhlar âlemi veya mâsivâ ile açıklamışlardır. Son görüşü
tercih eden Ahmet Avni
Konuk"un izahı şöyledir: “Neyistan"dan ve kamışlıktan murat,
cismaniyet âlemi olmak münasiptir. Filhakika bu kesafet âleminde peyda olan
ecsam-ı beşerden her birisi, hakkın mezahır-i esma ve sıfatı olup, daima
onlardan bu sıfat ve esmay-i ilahiye ahkâmı zahir olmaktadır. Şu kadar ki,
insan-i kamil, bu kamışlık mesabesinde olan cismaniyet âleminde, kendi vücud-ı
cismanisinin mevhum ve yok olduğunu idrak eder; ve insan-ı nakıs ise, kendi
mevhum olan varlığında ve enaniyetinde müstağraktır. “Ve bir Hakk"ın
vücudu ve bir de benim vücudum vardır” deyip durur.
Mesela, insan-ı kâmil, kamışlıktan kesilip neyzenin üflemesine
ve güzel nağmeler çıkarmasına uygun bir “ney”e benzer. İnsan-ı nakıs ise, her
ne kadar kamışlıktan kesilmiş ise de, tesviye edilmemiş ve içinin doluluğundan
dolayı güzel nağmeler ve sedalar çıkarmasına müsait olmayan “ney”e benzer. Eğer
bu nay dahi, bir üstad-ı kâmil tarafından tesviye görür ve içi boşaltılır ise,
güzel bir ney haline gelir. (…)
“İnilti”den murat, insan-ı kâmilin, arif ve cahil insanlar
önünde, beyan buyurduğu hakaik ve maarife dair olan sözleridir ki, bu Mesnevi-i
Şerif başından sonuna kadar Hz. Pir"in bu kabil iniltilerinden
nalelerinden ibarettir.” (…)
“Ben bu cismaniyet âleminde halk arasında bu ayrılık duygusundan
dolayı sinesi ve kalbi dilim dilim ve pare pare olmuş ve kendi aslı olan âlem-i
küdsa kavuşmağa âşık olan kimse isterim ta ki ona, bu asla olan iştiyak
derdinin sırlarını açayım ve şerh edeyim. Zira benim bu hususta söyleyeceğim
sırları ve hakikatleri bunların istidatları cezp eder.” (…)
“Ney mesabesinde olan insan-i kâmil âlem-i kesrette sevip yar
edindiği her bir şeyden soğuyup, kendi aslı olan Hakk"a müteveccih bulunan
her bir salik-i âşığın mahremi arkadaşıdır. Ve onun nefs ve ruh mertebeleri,
salikin kendi aslına perde olan ruh ve nefs mertebelerini yırtar kaldırır.” (…)
“İnsan-i kâmil şekavet-i ezeliyesi olanlar için zahirdir; zira
onu doğru davet ettikçe inadı ve şekaveti artar; saadet-i ezeliye sahibi olup
nefsin pisliklerine bulaşanlar ve zehirlenmiş olanlar için de panzehirdir.” (…)
“Ney, yani insan-i kâmil, mehâlik ve müşkilatla dolu ve nefs-i
emmarenin mezbahası olan Hakk yolundan haber veriyor; aşk-ı ilahiye müptela
olan Mecnunun kıssalarını ve hallerini beyan ediyor.” (…)
“İnsan-i kâmilin aklının mahremi, anca konun önünde kendi
aklını, dirayetini ve fetânetini terk etmiş olan saliktir. O akıldan yararlana
ancak böyle bir saliktir; yoksa kendi aklı, zekâsını ve ilmini beğenen kimse,
insan-i kâmilin aklından ve onun ledünni ilminden yararlanamaz. Fakat kendinden
geçen salik, insan-i kâmil konuşurken baştan ayağa kulak kesilir, dinler; zira
insan-i kâmilin dilinin müşterisi ancak böle kulak olan bir saliktir.” (…)
“Pişmiş ve olmuştan murat hür ve baliğ olan insan-i kâmildir.
Ham ise, çiğ ve olmamış insan-i nakıstır.” (…) İmdi bu 18 beyitten sonra, Hz.
Pir, insan-i nakısın kemaline lazım olan vasiyetlere başlarlar.50
Birkaç cümlesini özetlediğimiz bu 18 beytin şerhlerinden,
tasavvuf ehlinin ve özellikle Mevlevîlerin geniş bir insan-i kâmil anlayışını
çıkardıklarına şahit olmaktayız. Bazı şerhlerde konu daha geniş ele alınmış ve
sistematik bir düşünceye dönüştürülmüştür.
0 comments :
Yorum Gönder