14 Mayıs 2020 Perşembe

Hak Yolcuları


Soru: Hocam! Hakikat Nedir?
Ârif: Hakikat, zâhirin yani görünenin ardında perdelenmiş gizli mana, manevî hayatın en ileri boyutta yaşanarak, ilahî sırlara âşina olabilmektir. Zahirden manaya, manadan da hakikate ulaşılabilir. İbn Sinâ’ya göre hakikat, her bir varlığın kendisi için gerekli olan ve ona belli bir gerçeklik değeri kazandıran özelliğidir. Yani her şeyin bir hakikati vardır ve o şey, bu hakikatle ancak kendi kendisi olur. Bu anlamda hakikat, hem ispat edilebilir somut varlık, hem de manevî açılımla ferasetle belirlenebilen kendine has özel varlıktır. Hakikat, her eşyada tecelli eden esmâ-i hüsnadır, eşyanın gerçek mahiyetidir. Hakikat haktır, Hak ise yücedir ve hiçbir şey ondan daha üstün değildir.
Soru: O halde hakikat erleri de, hakikati bize anlatan ilim sahibi maneviyat büyüklerimiz midir?
Ârif: Evet evladım. Hakikat erleri, hakikat mesleğini samimiyetle üstlenmiş İslâm davasına sadık olan Allah dostlarıdır.
Soru: Hocam! Geçmişte çok değerli hocalarımız ve İslâm âlimlerimiz hakikatleri söyledikleri için, halkın ekseriyeti tarafından anlaşılamadığı gibi despotik rejimler tarafından da zulme uğramıştır. Bunu nasıl izah edersiniz?
Ârif: Şemseddîn-i Sivasî Hazretleri bir beytinde şöyle der “Hakka makbul olmak ister, halka menfur olmadan.” Yani “Hakikati söylemek, halkın bazı kesimlerinin nefretini çekebilir.” Maneviyat büyüklerimiz, Peygamberimizin (sav) varisleri olarak Hakkı kaim kılmaya gayret gösterir, çünkü Hak Teâlâ, kullarında ve kâinatta Hakkın kaim kılınmasını arzu eder. Onlar sadece vazifelerini yerine getirir. Neticeye ulaşmak, Allah’ın takdiridir. Bu bilinçle hakikat erleri, çoğu zaman kınanır, sû-i zanna ma’rûz kalır. Ancak Hak yolcuları, tevekkül, teslimiyet, sabır ve şükür sayesinde bu gibi durumlardan aşkları tazelenmiş olarak çıkar.
Soru: Halktan Hakka riayet etmeyenler veya edemeyenler, Allah’a düşman mıdır?
Ârif: İçlerinde zalim olan özellikle yöneticiler, düşmanlıklarını sinsice gizler ve halka yönelik olarak İslâm tebliğcilerini mürteci/gerici gibi değişik negatif vasıflarla aşağılamak ister ve dolayısıyla hakikatleri anlatmak isteyen âlimleri ve onların yolundan giden şuurlu Müslümanlara düşmanlık eder.
Soru: Peki, zalim olmayan diğer sosyal kesim, neden hakikatlere kulak verip Allah’ın emirlerinden uzak kalmayı tercih eder?
Ârif: Bulgaristan Köstence’de yaşamış olan şeyh Ankazade Halil Efendi’nin Makedonya’da Tuti İhsan Efendi adında ehl-i kalp bir gence yazdığı bir mektubunda ifade ettiği gibi gaflet içinde olan bu sosyal kesimin üyeleri tıpkı diş ağrısından inleyen çocuklar gibidir. Nasıl ki dış hekimine gittiklerinde kendilerini tedavi etmek isteyen doktoru düşman olarak görür, ondan kaçmak ister, “Hain kişi, neden bana bunu yapıyor?” der ve idrâk etmez işte bu kesim de cahilliklerinden olsa gerek maalesef İslâm âlimlerine böyle acaip bir tepki gösterir. Hâlbuki bilmezler ki o fedakâr kişiler, bir manevî pedagog hüviyetinde insanlara merhamet ettikleri için, büyük bir sosyal sorumluluk üstlenmiştir.
Soru: Hocam! Bazı İslâm âlimleri, ilim ve kitaplarıyla nasihat ediyor, bazıları ise bizzat halkın içine girerek, sosyal ve manevî tebliğde bulunuyor? Hangisi Allah katında daha makbuldür?
Ârif: İki hizmet türü de birbirini aslında tamamlar. Herkes gerekli eğitimi aldıktan sonra Allah rızası için, kendi mizacına ve kabiliyetine göre hizmet edebilir. Ancak gaflet içinde olan Müslümanlara yazılarla “Şunu tut, bunu yap, bunu yapma, bu günahtır, bu sevaptır!” demek kolay şeydir. Karşıdakini uygun bir lisanla tebliğ etmek, ikna etmek, terbiye vermek için meşakkate maruz kalmak, ayrı bir sabır ister. En efdalı, teorik yönüyle hem bilgili olmak, hem de pratik boyutuyla tecrübeli olmak.
Soru: O halde her İslâm âlimi veya maneviyat büyüğü mutlak anlamda mürebbi yani sahada çalışan bir manevî pedagog değildir. Doğru mu?
Ârif: Doğrudur. Şart da değildir. Bu da Allah’ın tecellîlerindendir. Bazı âlimler, ilim ve terbiyenin anlamını özel olarak seçtikleri talebelerine anlatır ve bu talebeler de, aldıkları derin eğitim ve hocalarının himmeti ile sosyal alanda daha etkili hizmet verebilir. Yalnız büyük makam sahibi olan maneviyat erbabının hemen hepsi hem mürebbi, hem de âlimdir.
Soru: Hocam! Hak erleri, hakikati anlatmakla yükümlüdür. Demek ki bu makama gelebilmek için, hakikat erlerinin tezkiye-i nefisten geçmiş olmalıdır? Haklı mıyım?
Ârif: Tezkiye-i nefis, her Müslüman için lazımdır. Yani her Müslüman, Allah’ın yasaklarından sakınmalı ve emirlerine uymalıdır. Her akıllı Müslüman, ibadet, haram, helal olarak dini, hayatına tanzim etmekle yükümlüdür. Ama hakikat erleri için bu yeterli değildir.
Soru: Bunun daha da ötesi var mıdır?
Ârif: Tezkiye-i nefsin bir ileri merhalesi, kalpteki kötü duygulara yönelik meyli kaldırmak, kalpten geçen hayırlı işler için ise acele etmektir. Zira nefis, kalpten yüz bulur da şımarıverir. Hakikat eri, “kalbimden bir kötülük geçti ama uygulamadım” derse nefsi emmareye prim vermiş olur ve manevî yüceliğini yitirmeye başlar. Çünkü edep kalpte başlar ve orada tekâmül eder. Bu yönüyle bir hakikat eri, diğer Müslümanlardan farklı olarak yaptıklarına tövbe etmekten ziyade kalbinden geçirdiklerine bile istiğfar eder. İşte gerçek hakikat erleri, halkta gördüğü iyiliklerin Hak’tan, halkta gördüğü kötülüklerin kendi nefsinden olduğunu düşünerek, kendini sorumlu hisseder, vazifesini layıkıyla yerine getirmediği ıstırabıyla halkı manen uyarma ve hakikati haykırma ihtiyacı duyar.
Soru: Hocam! Bir dua istesek?
Ârif: Vakitler hayır olsun. Şerler defolsun. Âsiler ıslah olsun. Münkir ve münafık perişan olsun. Kalplerimizden boş işler ihraç olsun. Kalp gözlerimiz açık olsun. Ramazanımız, oruçlarımız ve ibadetlerimiz kabul olsun. Amin.

0 comments :