Cenâb-ı Hak, insanı yaratmadan önce şöyle buyurdu:
“Ben yeryüzünde (hükümlerimi yerine getirecek,
Hakk’ın şahidi olacak) bir halîfe (olarak, insanı) yaratacağım.” (el-Bakara,
30)
Cenâb-ı Hak,
insanı sâir mahlûkattan birçok hususta üstün tuttu. İlim sıfatını, yalnız
insana verdi. Mahlûkāta sadece rızıklarını temin edebilecekleri, mahdut bir
akıl verirken; insana tefekkür ve tezekkür edebilecek bir akıl lutfetti.
İlmi, nakil ve
îzah edebilmesi için beyânı da öğretti. Cenâb-ı Hak buyurur:
“Rahmân, Kur’ân’ı tâlim buyurdu. İnsanı
yarattı, ona beyânı öğretti.” (er-Rahmân, 1-4)
İlmin kayıt
altına alınması için insana kalem ile yazmayı da tâlim etti. Vahiy ve
peygamberler göndererek insana bilmediklerini O öğretti. Suhuf ve kitaplar
lutfetti. İnsanın akıl ve zekâsıyla bulduğunu zannettiği ilimler de; Allâh’ın
yaratıp kâinâta gizlediği sırları, insanoğlunun, Allâh’ın verdiği zekâ ve akıl
ile tespit etmesinden ibarettir.
Cenâb-ı Hak;
ilim verdi, lâkin insan için ilim gaye değil vasıta idi. Çünkü insanın
yaratılış gayesi âyet-i kerîmede şöyle ifade buyurulur:
“Ben cinleri ve insanları, ancak Bana kulluk
etsinler diye yarattım.” (ez-Zâriyât, 56)
Ârifler; Hakk’a
kulluk edebilmesi için insanın, önce Rabbini tanıması gerektiğini ifade ederek,
yaratılış gayesini;
“Beni (kalplerinde) tanısınlar,
«mârifetullâh»a ersinler diye”şeklinde tefsir etmişlerdir.
Yani insanın
gayesi mârifetullah ve ibâdet / kulluktur. Yani insanın Cenâb-ı Hakk’ı kalpte
tanıyabilmesi… O’nun cemâlî sıfatları olan; meveddet, merhamet, şefkat, af,
hilm, sabır ve şükür gibi hasletlerle donanması… Celâlî sıfatların da zıddıyla
muttasıf olması… Yani O’nun kibriyâsı karşısında tevâzuu, O’nun kahrı
karşısında lutfu, intikamı karşısında affı gönlünde diriltmesi… Allâh’ın emrini
tâzim ederek O’na kulluk etmesi… Allâh’ın yarattıklarına şefkat ve merhamet ile
muamelede bulunması, halka fedâkârlıkla ve cömertçe hizmet etmesi…
İnsanlık; tarih
boyunca zaman zaman Allâh’ın verdiği ilim, fen ve benzeri imkânlarla dünyayı
îmar ederek, zenginlik, maddî kuvvet ve kudret elde etti ve bununla mağrur
oldu. Yaratılış gayesini unuttu.
Firavunlar,
Kārunlar ve Nemrutlar; elde ettiklerini Allâh’a değil, kendi bilgi ve
tecrübelerine nisbet ettiler. Benlik illetine dûçâr oldular. İlâhlık
tasladılar, zulmettiler, Allâh’ın verdiklerini Allâh’ın kullarından
esirgediler. Merhamet etmeyip gaddarlık yaptılar. Cenâb-ı Hak da onları dünyada
perişan etti, âhirette de onları elîm bir azaba uğratacağını haber verdi.
Bir zamanlar o
zâlimlerin, ceberut kahkahalarla mağrûrâne yaşadıkları kâşâneler vîrânelere
döndü. Bir zulüm bataklığı hâlinde kaldı. Şimdi ise üzerlerinde aynı güneş aynı
ihtişamla doğup batıyor.
Devrimizde de,
insanlar; bilim, teknik ve teknolojiyi hayatın asıl gayesi gibi görme hatasına
düştüler. Bilgiyi bir kuvvet olarak görüp onun putperesti hâline geldiler ve
dünyaya onunla hükmetmeye çalıştılar. Kapitalizm, komünizm, faşizm gibi
ideolojilerle insanlara zulmettiler. Aklı putlaştıran birtakım feylesoflar da
bilgi ve düşünceleriyle bu zâlimler gürûhuna yardım etti. İnsan, öğrendiği ilim
ile ancak zulmünü artırmış oldu.
Meselâ; insan
aklının icat ettiği atom bombasıyla yüz binlerce masum insan ve zavallı sâir
canlılar can verdi, sakat kaldı. Bugün de dünyanın her tarafında zulmedenlerin,
câhil ve akılsız oldukları söylenemez. Bilâkis, fennin imkânlarını, şer yolda
kullanabilen kişiler…
Meselâ; bugün
gençlerin pençesinde kıvrandığı sentetik uyuşturucuları da, ilim, fen ve
neticede insan aklı üretti. Yine menfaatine tapan, insanlığını unutmuş kişiler;
onları yaydı, pazarladı.
Akıl ve
bilgileri, onları cinayetten alıkoymadı. Gaddarlıktan alıkoymadı.
Diğer taraftan
insanın hayatını kolaylaştıran, hastalıkları iyileştiren, uzakları yaklaştıran
da yine bilim ve akıl…
Demek ki, akıl
ve ilim iki uçlu bıçak gibi…
ŞERRE DE, HAYRA DA…
Bıçak bir
âlettir. Hem hayra hem de şerre kullanılabilecek bir âlet… Onunla ekmek ve
benzeri ihtiyaçlar kesilirse, insana hizmet eder. Fakat insana saplanırsa bir
cinayete âlet edilmiş olur.
Akıl da böyle,
iki türlü. Şerre çalışan ve hayra çalışan.
Bunun neticesinde
ilim de böyle iki türlü:
1. Faydalı ilim
2. Faydasız
ilim
Faydalı ilim;
insana, gayesine ulaşmasında yardım eden ilimdir. İnsanın mârifetullah ve
ibâdet iştiyâkını artıran ilimdir.
Kur’ân-ı
Kerim’de methedilen ilim, işte bu faydalı ilimdir. Âyet-i kerîmede bu ilim
tarif edilir:
“Allah’tan,
kulları içinde ancak ilim sahibi olanlar (lâyıkıyla) ittikā eder, (takvâ ile
korkar.)”(Fâtır, 28)
Demek ki
faydalı ilim, Allah korkusunu artıran ilimdir. Haşyet ve takvâyı besleyen bir
ilimdir. Faydalı ilim sahiplerine güzel bir misal olan Süfyân-ı Sevrî
Hazretleri’nin genç yaşta beli bükülmüştü. Sebebini soranlara şöyle derdi:
“Kendisinden
ilim tahsil ettiğim bir hocam vardı. Vefâtı esnasında ona telkinde bulunduğum
hâlde bir türlü kelîme-i tevhîdi söyleyemedi. İşte bu hâli görmek, benim belimi
büktü.”
İşte faydalı
ilim.
Cenâb-ı Hak,
faydalı ilim sahipleri hakkında buyuruyor:
“Hiç bilenlerle
bilmeyenler bir olur mu?”(ez-Zümer, 9)
KİMDİR BİLENLER?
Aynı âyetin
muhtevâsında bize bilenleri doğru tanımamız, faydasız ilim sahipleriyle
karıştırmamamız için üç vasıf sayıyor:
1.Geceleri,
bilhassa seherlerde secde ve kıyam hâlinde olarak Cenâb-ı Hak’la kalbî
beraberliği temin edebilmek;
2.Her an, her
hâl ve her davranışımızda «Hesap Günü»nün endişesi ve titreyişi içinde
olabilmek; yani fânîliğin idrâki içinde bulunmak;
3.Rabbimiz’in
merhametini ümit ederek dâimâ O’na duâ ve ilticâ hâlinde olabilmek.
Faydasız ilim
sahiplerinin vasıflarını da, mefhûm-i muhâlifinden anlayarak saymak mümkündür.
İlim edinmiş, fakat takvâdan mahrum olduğu için ondan fayda elde edememiş
bilgiçlerin;
1. İbâdette,
secdede, namazda gözü yoktur. Allâh’a kul olmaz; nefsine, paraya, kudrete köle
kesilir. Âyette buyurulduğu gibi; « az bir menfaat» karşısında dîninden taviz
verir.
2. Âhiret
endişesi, hâl ve davranışlarına sirâyet etmemiştir. Hiç hesap vermeyecekmiş
gibi, hoyrat ve bencil davranışlar içerisindedir.
3. Duâdan,
Allâh’a ilticâ etmekten nasipsizdir. Sadece aklına istinad eder. «Ben bilirim»
der. Aklın hudutlarını bilmez. Aklına sığdıramadığını inkâr eder.
Böyle faydasız ilim sahiplerini Fahr-i
Kâinat –sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle
îkāz eder:
“Kim ilmini artırır da (ona müsâvî olarak) dünyada zühd ü
takvâsını artırmazsa, (o ancak) Allâh’a olan uzaklığını artırmıştır…”(Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, II, 169)
O hâlde, insan
ne yapmalıdır ki ilmi faydalı hâle gelsin? İlminden fayda görsün?
İLMİ, FAYDALI HÂLE GETİREN NEDİR?
Bu suâlin cevabı, cümle dertlerin
dermanı olan Efendimiz –sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir. İlim,
Allah Rasûlü –sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile ülfet ve
ünsiyet edildiği nisbette faydalı hâle gelir.
İlim öğrenen
kişi; Rasûlullah Efendimiz’le kalp ve fiil beraberliği kurmak, O’nun sünnet ve
sîretini hayatına nakşetmek, O’nun rûhânî dokusundan hisse almak yolunda mesafe
kat ederse işte faydalı ilim budur.
Kur’ân-ı
Kerim’de Peygamber Efendimiz’in ümmeti için gerçekleştirdiği vazifeler şöyle
beyan buyurulur:
“Nitekim kendi içinizden bir Rasûl gönderdik
ki, O;
Size
âyetlerimizi okur,
Sizi tezkiye
eder (kötülüklerden arındırır, iç dünyanızı temizlemeyi öğretir),
Size Kitâb’ı ve
hikmeti, bilmediklerinizi tâlim eder.”(el-Bakara, 151)
Bu nebevî tâlim
ve terbiye; Peygamber Efendimiz’in dâr-ı bekāya irtihâlinden sonra da, O’nun
sîretine, sünnetine ittibâ edildiği nisbette kıyâmete kadar tecellî etmeye
devam etmektedir. Gönül dünyasındaki temizliğin; sadece ilmin zâhirini,
Kitâbullâh’ın lâfzını tâlim etmek olmadığı, âyet-i kerîmede ayrı ayrı
zikredilmesinden âşikârdır. Efendimiz’in; âyetleri okuyup tebliğ etmesi ayrı,
kitap ve hikmet öğretmesi ayrı, mânevî eğitimi temsil eden tezkiye ayrı
zikredilmiştir.
Denizin
sathında bulunan bir kimse ancak denizin ufkunu görür, kenarda kısa bir
mesafede bulunan kimse ancak çakıl taşlarını görür; fakat güçlü bir dalgıç ise
daha derinliklere indikçe mesafeler kaydeder, ayrı ayrı manzaralar seyreder.
Mü’min gönüller
de;
Takvâ
neticesinde Kur’ân’ı telâkkî eder, onun feyzinden ve rûhâniyetinden müstefîd
olur ve eşyanın hakikatine âşinâ, sır ve hikmetlere de mazhar olur.
Bunun ilk şartı
tezkiyedir. Çünkü;
İnsan ancak, iç
dünyasında gereken temizliği sağladıktan sonra; eşyanın sırrına ermeye,
hâdisâtın ve vukûâtın muammâlarını çözmeye başlar. Mü’min, kâinat kitabının
sahifelerini çevirmeye, bilmediklerini anlamaya başlar. Yani hikmeti telâkkî
eder.
Yine âyet-i
kerîmeden anlarız ki, faydalı ilmin başı Kur’ân’dır. Hazret-i Ömer buyurur:
“Biliniz ki bu
Kur’ân, hidâyet menbaı ve ilimlerin en parlağıdır.”
Kur’ân, doğru
inancın ve dînî kültürün temelidir. Sağlam bir temel olmazsa; üzerine bina
edilen her şey yıkılmaya, savrulmaya mahkûmdur. Kur’ân mihengine vurulmayan
felsefeler; mavaldır, boş lâkırdıdır. Mârifetullâh’a götürmeyen ilim;
hayvanatta da benzerlerine rastlanan, dünyevî, rızık elde etmeye mâtuf bilgidir.
Hazret-i Mevlânâ bunu şöyle açıklar:
FARE BİLGİSİ
“Fare birçok yol bilir, fakat bildiği yollar hep toprak
altındadır. O her tarafta toprağı oymuş, delik deşik etmiştir. Fareye benzeyen
nefis de, ancak lokma peşinde koşar, lokma kemirir. Zaten fareye de ihtiyacını
temin edecek kadar akıl verilmiştir.”
Allah Teâlâ’nın
halîfe seçtiği, üstün kıldığı insanın ilim yolunda, fare seviyesinde kalması ne
hazin bir iflâstır.
İmam Gazâlî
Hazretleri, ilim öğrenmeyi zaman ve gayret israfı hâline getirmekten sakındıran
nasihatlerinde şöyle buyurur:
“Okuyup mütâlâa ettiğin ilimler, kalbini feyizlendirip ahlâkını
güzelleştirici mâhiyette olmalıdır. Meselâ, ömrünün sonuna bir hafta kaldığını
öğrensen, bu kısacık zamanda mutlaka sana faydalı olacak bir ilimle uğraşırsın.
Hemen kalbini yoklar, dünyevî ihtiras ve menfaatlerle alâkanı keser, güzel
huylarla bezenmeye çalışırsın. Hâlbuki insanın kavuştuğu her gün ve gecede
ölmesi mümkün ve muhtemeldir. Buna göre, seçip meşgul olduğun ilimler; seni
azamet-i ilâhiyye karşısında duygulandırıp mâneviyâtını düzeltecek ilimlerden
olmalıdır.”
Eğer, ilim
nâmına; sadece kara kaplı kitaplardan, asla ahlâka ve yaşayışa dönüşmeyen,
nazariyattan ibaret nakiller kastedilirse, o da kütüphane faresine benzer.
Demek ki ilim; kulu Cenâb-ı Hakk’a
ulaştırabilirse, değerlidir, faydalıdır. Bunun yegâne yolu da –sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ile ülfettir, ünsiyettir. İlim
O’nunla ülfeti, ünsiyeti ve maiyyeti artırabildiğimiz kadar bize fayda verir.
Gerçek ilim odur.
İşte ashâb-ı
kiram…
Onlar, en câhil
insanlar idiler. Ne kalem ne kitap bilirlerdi. Ne kanun ne hukuk tanırlardı.
Hak ve hukuk o toplumda sıfırlanmıştı. Çöller kan gölüne dönmüştü.
Fakat bu yarı vahşî
insanlar, Allah Rasûlü’ne ülfet nisbetinde dünyanın «en bilen» insanları
oldular. Allâh’ın râzı olduğu, sahâbîler oldular. Fazîlette, zarâfette,
adâlette insanlara örnek oldular. Gökteki yıldızlara emsal oldular.
İşte biz bu
ilme muhtacız.
İlmin zâhirini
elde etmek için uğraşmak, gayret etmek de teşvik edilecek bir şeydir. Fakat
özü, bâtını elde edilmişse böyledir. Faydalı ilim sırrına erilmişse böyledir.
Nitekim hadîs-i
şeriflerde şöyle buyurulur:
GIPTA EDİLECEK İLİM
“İlim tahsil etmek için yolculuğa çıkan kimse, evine dönünceye
kadar Allah yolundadır.” (Tirmizî, İlim, 2/2647)
“Bir kimse İslâm’ı ihyâ edip yaşatmak için ilim tahsil ederken
ölürse, onunla peygamberler arasında sadece bir derece vardır.” (Dârimî,
Mukaddime, 32)
Fahr-i Kâinât
Efendimiz, ilmin fazîletini diğer bir hadîs-i şeriflerinde de şöyle beyan
buyurmuşlardır:
“Yalnız şu iki kimseye gıpta edilir:
–Allâh’ın kendisine ihsân ettiği malı Hak yolunda harcayıp tüketen
kimse;
–Allâh’ın kendisine verdiği ilimle yerli yerince hükmeden ve onu
başkalarına da öğreten kimse.” (Buhârî, İlim, 15, Zekât 5, Ahkâm 3, İ‘tisâm
13, Tevhîd, 45; Müslim, Müsâfirîn, 268)
Eğer ilmin
bâtını, mânâsı, şuuru alınmamışsa; ilmin zâhirini kuru kuru yüklenmek faydasız
bir sıklettir, ağırlıktır, hattâ zararlı bir yüktür.
Çünkü, cehlini
bilen bir kişinin boynu büküktür. Cehlinin itirafı ve hüznü içindedir. Fakat
elde ettiği zâhirî ilimle mağrur olan kişi, cehlini de idrâk edemez. Böylesi
bilgisizliğe, cehl-i mürekkep derler ki, kişinin bilmediğini bile bilmemesidir.
İlmin fâide
sırrını tahsil edemeyen, Allah Rasûlü ile ülfet edemeyen, ihsan, takvâ ölçüsünü
hayata geçiremeyen kişi; isterse dînî ilimler tahsil etsin, benlikten
kurtulamaz, kendini ihtirastan kurtaramaz, «ben» demekten kurtaramaz. Helâk
olur gider.
Faydalı ilim, derin bir duyuş ve
ürperiş vermelidir. Rabbini bilenlerin zirvesi Fahr-i Kâinat –sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyuruyor:
“Benim bildiğimi siz bilseydiniz, az güler çok ağlardınız…
Sahrâlara dökülüp Allâh’a yüksek sesle (heyecan ve duygu derinliği içinde)
yakarışta bulunurdunuz.” (İbn-i Mâce, Zühd, 19)
İlim sahibi
olup da bu haşyet ve duyuş derinliğine ulaşmayan, aksine kibirlenen,
böbürlenenlere misal ise, iblistir.
Mevlânâ da Mesnevî’sinde
bu hakikate şöyle temas eder:
“Hünerli, bilgili kişi iyidir ama, İblis’ten ibret al da (bilgin,
kalbinle âhenk teşkil etmez ise kendine) fazla değer verme. Unutma ki, Hakk’ın
rahmetinden kovulmuş olan mel‘un İblis, yüz binlerce yıl Allâh’ın en
yakınlarındandı, meleklerin emîri idi. Bilgisi ve ibâdeti ile gurura kapıldı,
nazlandı. Âdem -aleyhisselâm- ile
uğraştı. O’nu küçük gördü de pislik gibi rezil oldu gitti.”
Gerçekten, insanı gurur ve kibre sevk
eden, sonunda da helâk girdabında boğan bir ilim, zâhiren güzel ve faydalı
şeylerden ibaret olsa bile hakikatte vebalden başka nedir ki? Bunun için Allah
Rasûlü –sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
“Yâ Rabbî! Senden ilm-i nâfî (faydalı ilim) istiyorum! Faydasız
ilimden Sana sığınırım!..”(Müslim, Zikir, 73) şeklinde niyâz eylemiştir.
Âyet-i kerîmede
bu gibi, neticesiz gayretlerin hazin âkıbeti şöyle beyan buyurulur:
BOŞUNA YORGUNLUK
“Çalışmış, fakat boşuna yorulmuştur, sonunda
kızgın ateşe girecektir.”(el-Ğâşiye, 3-4)
O hâlde, bilgi
edinmek yolunda yıllarını okul yollarına, kitap ve defter başında dirsek
çürütmeye sarf eden nesillerimize; mutlaka, ilmi faydalı hâle dönüştüren sırrı,
Allah Rasûlü’ne muhabbetle ittibâ hakikatini öğretmek mecburiyetindeyiz. Aksi
hâlde, mevcut tabloda da göründüğü gibi, ahlâk bahsinde, güzel davranış
bahsinde, insâniyet yolunda elimize geçen, acı bir yorgunluktan ibaret kalır.
Hâsılı;
İlmin
getireceği netice, yani faydalı ilimden insanın elde edeceği istifade; Cenâb-ı
Hakk’a kullukta kurbiyet, yakınlık derecesi elde etmektir. İlmin faydası,
kişiyi sâlih ameller işlemeye sevk etmesidir; kulluğunun huşûunu, kalbinin
haşyetini, ürpertisini artırmasıdır. Bunu hâsıl edecek yegâne usul ise; Allah
Rasûlü ile ülfetimizi, O’na muhabbet ve ittibâımızı artırmamızdır.
Fahr-i Kâinât
Efendimiz gibi duâ edelim:
“Allâh’ım, faydasız ilimden, korkmayan kalpten, doymayan nefisten
ve icâbet edilmeyen duâdan Sana sığınırım.”(Müslim, Zikir, 73)
Yâ Rabbî!.. Kalplerimizi, Habîb-i
Edîbin –sallâllâhu aleyhi ve sellem-Efendimiz’in
feyiz ve rûhâniyetinden nasipdâr eyle!.. Cehlimizi ilm-i nâfî ile bertarâf eyle
ve ilmimizi Hakk’a yakınlık istikametinde artır. Bizi, takvâ ile
«mârifetullâh»a eren bahtiyar kullarından eyle!..
Âmîn!..
0 comments :
Yorum Gönder