O, bütün hayatı boyunca dini Allah'a tahsis ederek sadece O'na kulluk
yaptı.. gönlü sadece O'nun mârifetiyle doldu-taştı.. gözü her yerde O'nun
âsârını süzüp durdu.. bütün duyguları O'ndan gelen mânevî zevklerle coştu ve
köpürdü.. O, Hakk'a uyanmış, hakikate yelken açmış ve doyma bilmeyen bir iştiha
ile hep "Allah" deyip dolaşmıştı.
Allah'ın
(c.c.) emirlerini yerine getirme, O'na kulluk etme ve kulluğun şuurunda olma
gibi mânâlara gelen 'ibâdet' ve 'ubûdiyet (kulluk)' kavramları; bazılarına göre
her ne kadar aynı mânâya hamledilmiş ise de, çoğunluğun kabulüne göre, bu
kelimelerin lâfızları gibi mânâları da birbirinden farklıdır. İbâdet, 'Yüce
Mevlâ'nın emirlerini yerine getirip yaşama ve kulluk sorumluluklarını temsil
etme' mânâlarına geldiği hâlde; ubûdiyet, 'kul olma ve kölelik şuuru içinde
bulunma' şeklinde anlaşılmıştır.1 Her ne şekilde olursa olsun ibadet ve kulluk,
Hâlık-ı Zülcelâl'in insana bahşettiği en büyük pâyedir.
Bu
münasebetledir ki, Allah Teâla, Habîb-i Edîb'ini kelime-i şahâdet gibi kutlu
bir cümlede anarken, önce kulu" demiş, sonra da peygamberi" sözüyle
bunu taçlandırmıştır. Yine O (c.c.), Resûl-i Ekrem'i Miraç'a dâvet
ederken, kulunu seyr ü sefer
ettirdi." (İsrâ sûresi, 17/1) kaydını koymuş ve bununla ubûdiyetinin
üstünlüğüne ve ayrıcalıklı oluşuna işaret buyurmuştur. Haddizâtında bu eşsiz
sema yolculuğunda, övgüye layık bin bir vasfı arasında kulluğu öne alınarak
Kuluna vahyetti ha vahyetti." (Necm sûresi, 53/10) denilmesi de oldukça
mânidardır!..
Allah Resûlü
(s.a.s.), hayatın her alanında olduğu gibi bizler için, "ibadet ve kulluk
hayatı"nda da en güzel örnektir. O'nun Allah'a kul oluşunu en kâmil mânâda
anlayabilmek için hayatının bazı kesitlerine bakmamız gerekir. Zira kulluk, her
yönüyle hayatı kuşatan, kapsamlı bir mânâ dokusunu barındırmaktadır.
Binaenaleyh
O'nun kulluk ve ibadet konusundaki örnek yaşantısını, 1)"Zikir ve ibadet
hayatı", 2) "Zühd hayatı (Dünya hayatına bakışı)", 3)
"Allah korkusu" gibi hususları tahlil etmek suretiyle ortaya koymak
mümkündür.
1) Zikir ve
İbadet Hayatı
Allah'a kul
olmanın en önemli tezahürlerinden biri hiç şüphesiz O'nu (c.c.) anmak ve
zikretmektir. Efendimiz de kulluğunu ve gönlündeki Allah sevgisini, O'nu
sürekli zikretmek suretiyle göstermiştir. Allah Resûlü her hâlinde, her nefes
alış-verişinde, ayakta iken, otururken, yatarken, kalkarken, uyurken, uyanıkken
dâima Allah'la beraber olduğunun şuurundadır ve O'nu zikirle meşguldür.
Emrettiği ve yasakladığı şeyler, koyduğu kaideler, verdiği hükümler, yaptığı
işler, Allah'ın isim ve sıfatlarıyla alâkalı söz ve duaları, O'nun Allah'ı
zikri olarak kabul edilir.
Efendimiz'in
zikir ve ibadet hayatı, bu konuda ifrat ve tefritten uzak, Allah'ın rızasına
uygun bir hayat sürmek isteyen mü'minler için güzel bir örnektir. O (s.a.s.) bu
konuda özellikle bazı hususlara riayet edilmesine itina gösterirdi:
Resûlullah
(s.a.s.), toplu hâlde Allah'ın anılıp zikredildiği meclisleri "cennet
bahçeleri" diye tavsif etmiş ve onlardan azamî ölçüde istifade edilmesini
istemiştir. (Tirmizi, Daavât 82) Ashab'ın önde gelenlerinden Ebû Saîd
el-Hudrî'nin (r.a.) naklettiği bir hadîs-i şerîfte Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle
buyurmaktadır: "Bir topluluk Allah'ı zikretmek için bir araya gelirse,
melekler onları kuşatırlar, üzerlerini rahmet kaplar, onlara sekîne (gönül
huzuru) bahşedilir ve Allah onları nezdindekilere (melekler vb.) iftiharla zikreder."
(Müslim, Zikir 39)
Gece
İbadetlerine İtina Göstermek
Allah
Resûlü, her gece uyanarak Allah'ı zikretmiş, dua ve istiğfarda bulunmuş ve
namaz kılmıştır. Yüce Allah, Resûlü'ne hitapla geceyi en güzel şekilde ihyâ
etmesini ifade buyurmuştur: "Sana mahsus bir namaz olmak üzere gecenin bir
kısmında kalkıp Kur'ân oku, teheccüd namazı kıl. Böylece Rabb'inin seni makam-ı
mahmûda eriştireceğini umabilirsin." (İsrâ sûresi, 17/79)
Efendimiz
(s.a.s.), Ashab'ını ve mü'minleri de gece ibadetine teşvik etmiş; gece boyunca
hiç uyanmaksızın uyumayı hoş karşılamamıştır. En çok hadîs rivayetiyle tanınan
sahabîlerden Hz. Ebû Hüreyre'nin naklettiği bir hadîs-i şerîfte,
Efendimiz;"İnsan uyuyunca Şeytan'ın, onun ense köküne üç düğüm attığını,
uyanıp Allah'ı zikrettiği zaman bu düğümlerden birinin çözüldüğünü, abdest alıp
namaz kıldığında da düğümlerin kalan ikisinin çözüleceğini" ifade
buyurmuştur. (Buharî, Teheccüd 13.)
Sahabe'den
İbn Abbas'ın (r.a.) anlattığına göre, o bir gece Resûlüllah'ın (sallallahu
aleyhi ve sellem) yanında kalmıştı. Geceleyin Allah Resûlü (aleyhisselâm)
uyanarak önce misvakla ağzını temizleyip abdest almış; akabinde Âl-i İmrân
sûresinden bazı âyetleri okumuş; sonra on üç rekat namaz kılmış; Hz. Bilâl'in
sabah ezanını okuması üzerine kalkıp iki rekat namaz kılmış ve sonunda da şu
duayı yapmıştı: "Allah'ım! Benim kalbime nûr, dilime nûr, kulağıma nûr,
gözüme nûr, arkama nûr, önüme nûr, üstüme nûr ve altıma nûr halk eyle! Yâ
Rabbi! Bana nûr lutfeyle!" (Buhârî, Daavât 10)
Allah
Resûlü, bazı geceler ayakları şişinceye kadar namaz kılar, Allah'ı (c.c.)
zikrederdi. Ashab'dan Muğîre b. Şu'be (r.a.): "Ey Allah'ın Elçisi! Allah
senin gelmiş geçmiş bütün günahlarını bağışladığı hâlde, neden hâlâ kendini bu
kadar zorluyorsun?" diye sual edince: "Şükreden bir kul olmayayım
mı?" buyurmuştu. (Buhârî, Rikâk 20)
Efendimiz
(s.a.s.) nafile ibadetler için çoğunlukla gece saatlerini seçerdi. Bu durum,
gündüz saatlerinde daha çok devlet işleri ve insanlarla meşguliyetin, O'nun
bütün zamanını almasından kaynaklanmış olabilir. Ayrıca gece ibadetinin sâir
zamanlarda yapılan ibadetlerden daha faziletli olduğunu da Peygamberimiz haber
vermişlerdir. (Nevevî, Ezkâr, s. 83–84) Allah Resûlü, Vitir namazını da gecenin
başında, ortasında veya sonunda kıldığı olmuştur. (Ebû Dâvûd, Tefrîu
ebvâbi'l-vitr 7,8)
Efendimiz
(s.a.s.), gündüzleri de nafile ibadet yapardı. Farz namazların önce veya
sonrasındaki sünnet namazları, duhâ namazı, yağmur duası ve namazı, kusûf ve
husûf namazları (güneş ve ay tutulmasına binaen kılınan namazlar), sefer
namazı, mescide girildiğinde kılınan tahiyyetü'l-mescid namazı gibi nafile
namazları da îfâ etmiştir. Nitekim Hz. Âişe Vâlidemiz'e O'nun nafile ibadetleri
sorulduğunda, o şöyle cevap vermiştir: "Allah Resûlü öğle namazını(n
farzını) kılmadan önce evinde dört rekat namaz kılardı (yani öğlenin
sünnetini). Sonra mescitte Ashab'ına farzı kıldırır, evine geldiğinde tekrar
iki rekat namaz kılardı…" (Ebû Davud, Tatavvu 1)
İbadet,
zikir ve dua ile meşguliyet, kalbin susuzluğunu giderip dünyayı hor ve hakir
göstermektedir. Dolayısıyla insan, dünyayı kaybetmekle üzülmemeli, kazanmak ve
bulmakla da sevinmemelidir. Mü'min bir kul şunu iyi bilmelidir ki, ibadet
şuuruyla yapılan amellerden elde edilecek mânevî/uhrevî kazanımlar, Allah
katında daha hayırlı ve daha makbuldür. (Şûrâ sûresi, 42/20)
İbadet
Hayatında Devamlılık ve İtidal
Allah Resûlü
(aleyhisselâm) bütün geceyi veya zamanı ibadetle geçirmeyi tavsiye etmemiştir.
(Nesaî, Sıyâm 35) Hattâ Ashab'ın gece nafile namaz kılmak için mescide devamını
da hoş karşılamamıştır.
Resûl-i
Ekrem'in vahiy kâtiplerinden Zeyd ibn Sâbit'ten (r.a.) rivayete göre, Hz.
Peygamber (s.a.s.) Ramazan'da birkaç gün teravih namazlarını Ashab'ıyla
birlikte cemaatle kılmıştı. İlerleyen günlerde cemaatin çoğaldığını görünce,
mescide çıkmamış ve sonra onlara şöyle hitap etmişti:
"Görüyorum
ki, cemâatle terâvîh namazı kılma konusunda çok isteklisiniz. Fakat böyle
cemâat hâlinde bu ibâdete devam ederken, bu namazın farz kılınmasından ve farz
kılındığı takdirde de hepinizin bu namazı cemâatle edaya muktedir olamamanızdan
korkarım. Onun için ey insanlar! Sizler bu namazı kendi evlerinizde kılınız.
Çünkü farz namaz müstesna, bir kimsenin kıldığı en faziletli namaz, kendi
evinde kıldığı namazdır." (Buharî, İ'tisam 3)
Efendimiz'in
(s.a.s.) bazı gecelerde yaptığı uzun ibadetlerin yanı sıra, Hz. Âişe
Vâlidemiz'in anlattığına göre, O'nun bütün gece sabaha kadar namaz kıldığı veya
ibadet ettiği, Ramazan orucu dışında aralıksız bir ay boyunca oruç tuttuğu
görülmemiştir. (Müslim, Müsâfirîn 141) Ayrıca ibadetler konusunda ifrat ve
tefritten kaçınmak gerektiği mesajını vermiştir: "(İbadetlerinizde ve
işlerinizde) ifrat ve tefritten sakının! Şunu iyi bilin ki, (Allah'ın
rahmetiyle muamelesi olmadıkça) hiç kimse yapmış olduğu amellerle Cennet'e
giremez. Allah katında amellerin en makbul olanı, az da olsa devamlı
olanıdır." (Buhârî, Rikâk 18)
Dolayısıyla
Allah Resûlü, insanların amellerine güvenmeleri yerine, güçleri nispetinde
yaptıkları amelleriyle Allah'a yakınlaşmanın, O'nun rahmetine sığınmanın
yollarını aramalarını istemiştir. Mü'min bir kul, az da olsa süreklilik arz
eden ve samimiyetle îfâ edilen ibadet ve taatın makbul olduğunun şuurunda
olmalıdır. O hâlde Allah'a ibadet ve zikir, sadece O'na kulluğun, O'nu
sevmenin, O'nun karşısında kendini aciz hissetmenin, O'na karşı sonsuz saygı
duymanın ve itaatın en son neticesidir.
2) Zühd Hayatı
(Dünya Hayatına Bakışı)
Zühd,
dünyaya ve dünyalık şeylere karşı hırs ve rağbeti terk etmek mânâsına gelir.
Zühd olarak isimlendirilen hâl, bir şeye olan arzu ve isteği ondan daha iyisine
çevirmekten ibarettir. Zühdde, daha iyiye yönelme söz konusudur.
Allah'tan
başka hiçbir şeye değer vermeyen insan, kâmil mânâda zühd sahibi kabul edilir.
Bununla birlikte kişinin kendisine ve bakmakla yükümlü olduğu kimselere yetecek
kadar kazanması ve elinde mal bulundurması zühde aykırı değildir. Ancak
fazlasını ihtiyaç sahiplerine vermek zühdün bir gereğidir.
Zühd
hayatının temelini Kur'ân-ı Kerîm'de aramak gerekir. Yüce Allah dünyaya bakışın
nasıl olması gerektiğini birçok âyette açıklamaktadır: "Onlardan bazı
zümrelere, sırf kendilerini denemek için verdiğimiz dünya hayatının süslerine
gözünü dikme. Rabb'inin sana verdiği nimet, hem daha hayırlı ve değerli, hem de
daha devamlıdır." (Tâhâ sûresi, 20/131) "Kim âhiret mahsülü isterse,
onun ürünlerini fazla fazla artırırız. Kim de sırf dünya menfaati isterse ona
da ondan veririz, ama âhirette onun hiç nasibi olmaz." (Şûrâ sûresi,
42/20)
Kur'ân'da,
dünya nimetlerinin bir imtihan vesilesi olduğu, dünyanın faydasının pek az,
Allah'ın vereceği karşılığın (sevabın) ise daha hayırlı olduğu anlatılarak
hakikatte insanın yaşadığı hayatı nasıl okuması gerektiğine işaret
edilmektedir. (bkz. Mü'minûn sûresi, 23/56; Nisa sûresi, 4/77; Kasas sûresi,
28/80)
Allah Resûlü
(s.a.s.) insanların en zâhid olanıydı. Kendisine pek çok fetihler nasip olduğu
ve önemli miktarda dünya malı elinden geçtiği hâlde, O, ailesinin nafakasını
temin için ‘zırhı bir Yahudi'de rehin' olarak hayata gözlerini yummuştu.
(Buharî, Buyû' 15)
Bir adam,
Efendimiz'den, yaptığı takdirde Allah'ın ve insanların sevgisine mazhar olacağı
bir amel tavsiye etmesini istemişti. Allah Resûlü ona: "Dünyaya rağbet
gösterme ki, Allah seni sevsin; insanların ellerinde bulunana (nimet ve
imkânlar) rağbet etme ki, onlar (da) seni sevsin." (İbn Mâce, Zühd 1)
Hz. Âişe
Validemiz, Peygamberimiz'le aile efradının Medine'ye gelişlerinden Allah
Resûlü'nün vefatına kadar, üç gece üst üste buğday ekmeğinden doyasıya
yemediklerini anlatır. (Buharî, Rikâk 17) Peygamberimiz'in evinde bazen bir ay
müddetle ateş yanmaz ve bu müddet içinde nafakaları sadece kuru hurma ile sudan
ibaret olurdu. (Müslim, Zühd 26)
Efendimiz'in
dünya malına karşı zâhidane bir hayat sürdüğü ve mal zenginliğine değil gönül
zenginliğine talip olduğu açıktır. (Buharî, Rikâk 15) Nitekim Allah, Mekke
vadisini altın yapıp emrine vermeyi teklif ettiği hâlde O (s.a.s.) bunu talep
etmeyip Rabbi'nden şunu istemiştir: "Allah'ım, acıktığım gün Sana tazarru
ve niyazda bulunur; doyduğum gün de Sana hamd ü sena ederim." (Tirmizi,
Zühd 35)
Kur'ân-ı
Kerîm de: "Kendilerine verdiğimiz servet ve evlâtlarla iyiliklerine
koştuğumuzu mu sanıyorlar? Hayır, onlar işin farkında değiller!" (Mü'minûn
sûresi, 23/55) mealindeki âyetle bu hususa işaret etmiştir.
Ancak bu
âyet ve hadîsler, başkasına el-avuç açmayı gerektiren yoksulluğa bir teşvik
olduğu şeklinde anlaşılmamalıdır. Zira İslâm, zilleti gerektiren fakirliği hoş
karşılamamıştır. Allah Resûlü (aleyhi ekmelüttehâyâ) da fakirlik fitnesinin
şerrinden, her şeyi unutturan fakirliğe sürüklenmekten Allah'a (c.c.)
sığınırken (İbn Hanbel, Müsned, 6/57); fakirliğin neredeyse küfürle eşdeğer
olacağına işaret etmiştir. (Beyhakî, Şuabu'l-İmân, 5/267)
Hâsılı,
zühd, Allah sevgisinin, kalb ve gönül huzurunun, hayrı elde etmenin, hikmetin
ve mutluluğun, dünyayı hakir görüp âhirete yönelmenin, insanlara karşı şefkat
ve merhamet sahibi olmanın, dolayısıyla insanları sevmenin kaynağıdır.
3) Allah
Korkusu
Korku, ilk
bakışta Allah sevgisine zıt gibi görünse de, gerçekte Allah sevgisiyle iç
içedir. Sevgi, Allah'ı hakkıyla bilip tanımak demek olan marifetin bir meyvesi,
korku da Allah'ı gereği gibi bilmenin bir neticesidir. Allah'ı (c.c.) tanıma
ufku (marifet) arttıkça, Allah korkusu da onunla birlikte artmaktadır. Hz.
Peygamber'in (aleyhisselam) "And olsun ki, Allah'ı en iyi bileniniz ve
O'ndan en çok korkanınız Benim!" (Buharî, Edeb 72) sözleri buna işaret
etmektedir.
Allah'ı
hakkıyla bilip, sadece O'ndan korkanlar, yaşamanın sevincine ve hayatın zevkine
ulaşmış olurlar. Allah'tan korkan kişi, bütün korkuları aşmış ve O'nunla
ünsiyet kazanmış olur. Marifet ve korku, Allah'tan utanmayı, O'nu yüce bilmeyi,
murakabe, sevgi ve tevekkülü, sadece O'na ibadet etmeyi, O'nun rızasını
kazanmayı ve O'nun emrine boyun eğmeyi gerektirir.
Allah
korkusu, O'na karşı saygı ve sevginin bir neticesi olan takvaya ulaşmanın da
yoludur. Takva ise, bütün amellerimizi içine alan bir mahiyet arz eder. Yüce
kitabımız Kur'ân, Allah sevgisi kadar Allah korkusu üzerinde de durmaktadır. Bu
meyanda Yüce Allah buyuruyor ki: "Kulları içinde Allah'tan ancak âlimler
korkar." (Fâtır sûresi, 35/28) Zira bilenler ve düşünüp anlayanlar
âlimlerdir. (Ankebût sûresi, 29/43) Efendimiz'in ifadesine göre de, kişiye ilim
olarak Allah'tan korkması kâfidir. (Darimî, Mukaddime, 30)
Peygamberimiz'in
amcasının oğlu İbn Abbas (r.a.) der ki: "Hakiki âlimler, Allah'ın her şeye
kâdir olduğunu bilen, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayan, helâl kıldığını helâl,
haram kıldığını da haram olarak kabul eden, Allah'ın emir ve tavsiyelerine uyan,
O'na kavuşacağına ve ilminin hesabının sorulacağına yakînen inanan
kimselerdir." (İbn Kesîr, Tefsîr, 6/531)
Kur'ân-ı
Hakîm, hidayet ve rahmetin, Allah'tan korkanların vasfı olduğunu bildirmiştir.
(Bkz. A'râf, 7/154) Yine "Allah onlardan, onlar da Allah'tan râzı
olmuşlardır. İşte bu rıza makamı da Rabbine saygı duyanlarındır." (Beyyine
sûresi, 98/8) Allah katında en üstün olanlar da, Allah'tan en çok korkanlardır.
(Hucurât sûresi, 49/13)
Peygamber
Efendimiz'de müşahede ettiğimiz Allah korkusu, Kur'ân'ın bu konudaki
tavsiyelerinin en mükemmel şekilde O'nun hayatına aksetmesinden ibarettir:
Seven, sevdiğinin hoşnut olmadığı bir işi yapmaktan korkup çekinir. Böyle bir
korku, tamamen sevgi ile alâkalıdır. Efendimiz'in hayatında gördüğümüz korku
hâli de, O'ndaki Allah sevgisiyle orantılıdır. Sevgisi, korkusu ve itaati,
marifetinin, yani Allah'ı tanıyıp bilmesinin neticesidir. Allah Resûlü'nün
"Hikmetin başı, Allah korkusudur."2 ifadesi, böyle bir gayeye
mâtûftur.
Resûl-i
Ekrem (s.a.s.) Allah korkusundan dolayı gözyaşı dökmüş, ağlamayı tavsiye etmiş
ve bu hâlin günahların affına ve Cennet'e girmeye vesile olacağını ifade
buyurmuştur. Ebû Ümâme (r.a.), Efendimiz'in şöyle buyurduğunu nakletmiştir:
"Hiçbir şey Allah katında şu iki damladan daha sevimli değildir: Biri,
Allah'ın azabından korkarak ağlayan kişiden akan gözyaşı damlası, diğeri de
Allah yolunda savaş meydanında akıtılan kan damlası." (Tirmizî,
Fedâilü'l-Cihâd 26)
Allah
Resûlü'nün devamlı hüzünlü, düşünceli ve rahat olmayan bir hâli vardı. Nitekim
O buyuruyor ki: "Ey Muhammed ümmeti, Allah'a yemîn ederim ki, benim
bildiklerimi sizler bilseydiniz, az güler, çok ağlardınız." (Buharî, Kusûf
2)
Tabiatta
cereyan eden bazı hâdiseler, her defasında Allah Resûlü'nü endişeye sevk
etmiştir. Bu endişeler, tamamen Allah korkusuyla alâkalıdır. Efendimiz
(s.a.s.), gökyüzünde siyah bir bulut görse, yüzünün rengi değişir, bazen ona
doğru bakar, sonra evine girer tekrar çıkardı. Bunlar endişe alâmetiydi. Allah
Resûlü bu hâliyle ilgili şu açıklamayı yapmıştır: "Bilemiyorum, belki de
bu kara bulut (Âd Kavmi'nin başına gelenlerde olduğu gibi) bir azaba da sebep
olabilir. Onlar, gördükleri kara bulutu yağmur bulutu zannetmişlerdi de, o
bulut onlara elim bir azap getirmişti." (Müslim, İstiska 14) Bu hâdise,
Resûl-i Ekrem'in her ân teyakkuzda olduğunu ve bunu başkalarına da öğretmek
istediğini göstermektedir.
Allah Resûlü
(a.s.) günlük hayatta karşılaştığı hâdiseler karşısında asla korkuya
kapılmazdı. Başkasında misâline rastlanmayacak derecede cesur ve korkusuzdu.
Resûl-i Ekrem (s.a.s.) bu tür korkulardan Allah'a sığınmıştır. Sahabe,
Efendimiz'in cesaretine savaş meydanlarında şahit olmuştu. Huneyn Savaşı'nda
ordunun dağılıp korkuyla kaçıştığı anlarda, büyük bir cesaret örneği göstermiş
ve Allah'ın inâyetiyle ordunun yeniden toparlanmasını sağlamıştı. (Buharî,
Cihâd 52)
Makalemizi
Hz. Ali'nin (r.a.), Efendimiz'den naklettiği bir hadîs-i şerîf ile bitirelim:
Allah Resûlü'ne yolunun (sünnetinin) ne olduğu sorulunca, O (a.s.) şöyle cevap
vermiştir: "Marifet sermayem, akıl dinimin aslı, sevgi esasım, (Allah'a)
iştiyak bineğim, Allah'ı zikir yoldaşım, doğruluk hazinem, hüzün dostum, ilim
silâhım, sabır elbisem, rıza ganimetim, acz iftiharım, zühd sanatım, yakîn güç
ve kuvvetim, itaat bana yeten şey, cihad ahlâkım, namaz gözümün nurudur."3
İnsanlığın
İftihar Tablosu Efendimiz'e sonsuz salât ve selâm olsun!
0 comments :
Yorum Gönder