Kur'an,
insanları Allah'ın kâinat kitabındaki âyetleriyle Kelâm-ı Kadîm'indeki âyetleri
ibretle ve basîretle düşünmeğe çağırıyor. Kur'an bu çağrısında tedebbür,
tefekkür, taakkul ve tezekkür gibi çok değişik kelime ve kavramlar kullanıyor.
Tefekkür,
tasavvufî açıdan nefsânî sıfatlar sebebiyle perdelenen kalbin matlûbunu
aramasıdır. Dolayısı ile tefekkür bir talep işidir. İnsanın mümeyyiz
vasıflarından biri olan tefekkür, düşünme yeteneğinin insandaki aklî ölçülere
göre çalışması olarak ta ifâde edilebilir. Vesîlelere başvurmak sûretiyle
gayeleri elde etmeye çalışmadır. Amaca ulaşmak için basîretin çaba
sarfetmesidir. Tefekkür kavramıyla insanları düşünmeye çağıran Kur'an âyetleri,
insanlardan iki önemli konuda düşünmelerini istemektedir. Gözle görülen kâinat
kitabındaki ve Kelâm-ı Kadîmi'ndeki âyetleri düşünmek.
İnsan
kendisini kuşatan evreni, ondaki sonsuz âhengi, san'at ve bedîî güzellikleri
düşünerek bunların arkasındaki gerçek kudret sâhibini algılamaya yönelir.
Kur'an, îmanın kuru bilgi olmaktan çok duygu olarak yaşanmasını sağlamak için
insanları yerleri ve gökleri seyr ü temâşâya ve onlar hakkında düşünmeye
çağırmaktadır. İnsan, müfekkire gücüyle bunlar üzerinde düşündüğü takdirde
zihnî istidlâller ve aklî istinbatlarla eşyânın ardındaki hakîkati kavrama
imkân ve iktidârına ulaşabilecektir. Nitekim şâir:
Bir
kitâbullah-ı a'zamdır serâser kâinat
Hangi harfin
yoklasan manâsı Allah çıkar.
Kur'an'ın
insanları, üzerinde düşünmeye çağırdığı diğer bir husus ta kendi âyetlerini
anlamaya çalışmaktır. Kur'an'ın bildirdiği metafizik gerçekler, geçmiş
kavimlerin haberleri, helâk olan toplumların helâk oluş sebepleri, ölüm ve
âhiret gibi konular düşünmeğe konu edilmesi gereken mes'eleler arasında yer
almaktadır. Düşünen insan, ibret alan, sorgulayan, basîret ve ferâseti açılan
insandır.
Bursalı
İsmail Hakkı: "Bu temsilleri biz insanlar için veriyoruz. Umulur ki
tefekkür ederler" (el-Hıcr, 59/21) âyetinin tefsîrinde üzerinde
düşünülecek konuları ikiye ayırıyor ve bunlardan birinin Yaratan, diğerinin de
yaratıklar hakkında olduğunu belirtiyor. Yaratan hakkında tefekkür O'nun zâtı,
sıfatları ve fiilleri hakkında olur. Zâtını düşünmek yasaklanmıştır. Çünkü
O'nun zâtını O'ndan başka gereği gibi kavrama kudretine sâhip kimse yoktur.
Bununla birlikte zâtının azamet, celâl ve kibriyâsı ile varlığının zorunlu
oluşunun düşünülmesinde bir sakınca yoktur. Sıfatları konusunda tefekkür,
sıfatlarındaki kemâl ile ilgilidir. Allah'ın sıfatlarını tefekkür, Allah'ın
ilminin her bilgiyi, kudretinin bütün eşyâyı, irâdesinin bütün kâinatı, işitme
ve görmesinin bütün varlıklarını ihâta ettiğini düşünmek sûretiyle olur.
Fiillerde tefekkür, onların şumûlünü ve en mükemmel biçimde meydana geldiğini
anlamaya çalışmakla olur. Yaratıklarla ilgili tefekkür ise basit yahut karmaşık
yapıya sâhip eşyayı, canlıları düşünmek ve meydana gelen olaylardan ibret
almakla olur. Kıyâmet günü meydana gelecek dehşet verici olayları düşünmekle
olur.
Ariflerden
biri şöyle der:Tefekkür, ya Allah'ın âyet ve sanatı hakkında olur; -ki bundan
ma'rifet doğar,- ya azamet ve kudret-i ilâhiyye hakkında olur; -ki bundan hayat
doğar, - ya ni'met-i ilâhiyye hakkında olur; -ki bundan muhabbet doğar,- ya da
Allah'ın sevap va'dettiği ve ceza ile tehdid ettiği konularda olur; -ki bundan
da tâat arzusu ve ma'siyet korkusu doğar.-" (bkz. Rûhü'l-beyân, X, 253
vd.)
Tefekkür ve
düşünme, varolma ilkesini arama, kaybedilen ve uzaklaşan bir hazineyi ele
geçirme ameliyesidir. Önce zihnî bir faaliyet olarak başlayan bu eylem, daha
sonra kalbî ve rûhî bir fonksiyon hâline gelmektedir. Bir zihin eylemi olarak
yaşanan ve matlûbun aranması şeklinde değerlendirilen tefekkürü bir kalb eylemi
olan tezekkür takip eder. Tezekkür, kulun daha önce sâhip olup kaybettiği şeyi
tekrar bulmasıdır. Hatırlanan şeyin kalbde vücud bulmasıdır. Tezekkür, perdenin
kalkması ve nefsânî sıfatların açılması sonucu fıtrata dönüştür. Ezelde insanın
fıtrat ve tabiatına yerleştirilen tevhîd ve ma'rifet gerçeğini yakalamaya
çalışmadır. Bir zikir eylemi olarak yaşanan, matlûbu arama diye değerlendirilen
tezekkür, tefekkürden daha derindir.
Tefekküre
göre tezekkür arzu edilen bir şeyi aradıktan sonra tekrar elde etmeye benzer.
Allah, basîret gözünün açılmasını görmeye; öğüt kabûl etmeyi de kendisini
zikretmeye bağlamıştır. Aslında bakmakla görmek ayrı ayrı şeylerdir. İnsanların
çoğu bakar fakat görmez. Görmek için zihin, idrâk ve aklın aynı noktaya teksif
olması gerekmektedir. İnsan ibret ve basîretle bakıp tefekkürünü
derinleştirdikçe tezekkür gerçekleşir. Tefekkürle elde edilen manalar
tezekkürle daha berrak bir hale gelir. İnsandaki tefekkür gücü, bir şeyle ne
kadar çok meşgul olursa insanda onu tanıma arzusu ve tezekkür de o kadar artar.
Tefekkürün
iki meyvesi vardır: Biri mümkün olduğunca talep edilen şeyi tanımak, diğeri de
tanımanın gereğine göre amel etmektir. Tefekkürün sonucu faydalı bilgi ve
kararlardır. Bunun sonucu da o bilgileri eyleme koymak; yani sâlih amel haline
dönüştürmektir. İslâm bir aksiyon dini, tasavvuf ta bu dinin hal ve uygulaması
demek olduğundan düşünme ve uygulama son derece önem arzeder.
Şu üç şey
tefekkürü olgunlaştırır.
1. Kur'an
üzerinde düşünmek,
2. Dünya
emelini bırakıp âhiret ameline sarılmak,
3. Kalb ve
kafayı karıştıran şeylerden uzak durmak.
Kur'an
üzerine düşünmek demek, kalb gözünü onun manaları üzerine yoğunlaştırmak,
düşünceyi ve idrâki onu anlamaya ve kavramaya hasretmektir. Aslında Kur'an'ın
indiriliş gâyesi, anlayıp düşünmeden sâdece okunması değil, aksine manasının
düşünülüp anlaşılmasıdır. Nitekim şu âyetlerde bu konu açıkça ifâde
edilmektedir: "Bu Kur'an mübârek bir kitaptır. Biz onu sana indirdik ki
âyetlerini düşünsünler ve akl-ı selîm sahipleri ibret alsınlar." (Sâd,
38/29); "Kur'an'ı düşünmüyorlar mı? Yoksa onların kalplerinde kilit mi
var?" (Muhammed, 47/24); "Onlar Kur'an'ı hâlâ düşünmüyorlar mı?"
(el-Mü'minûn, 23/68); "Biz onu düşünüp anlayasınız diye arapça bir Kur'an
olarak indirdik.." (ez-Zuhruf, 43/3)
Kur'an'ı
düşünmek insanı hayır ve şer yolları ile bunların vâsıta, gâye ve sonuçları
hakkında bilgi sâhibi yapar. Kulun eline dünya ve ahiret mutluluğu
anahtarlarını verir. Dünya ve âhiretin gerçek yüzünü gösterir. Allah'ı, O'na
ulaşmanın yolunu ve kulun O'na ulaştığı zaman elde edeceği nimetleri bildirir.
Kur'an hazinesinin tılsımı tefekkür ve düşünmedir. O tılsımı çözen hazineye
ulaşır.
Tefekkürü
olgunlaştıran, düşünceyi derinleştiren şeylerden biri de insanı dünyaya aid
"tûl-i emel" tabîr edilen, ardı arkası kesilmeyen arzu ve isteklerini
azaltması; bunun yerine ahiret mutluluğu sağlayacak amellere sarılmasıdır.
Düşünce ve amel, birbirine çok yakışan ve birbirini tamamlayan iki ayrı
güzelliktir. Halbuki Kur'anî ifâde ile ahirete göre dünya hayatı "bir
gün" hatta "bir kuşluk vakti" kadar kısadır. (Yûnus, 10/45;
en-Nâzi'ât, 79/46)
Kalp ve
kafayı karıştıran şeylerin başında lüzumsuz ihtilatlarla anlamsız ihtilaflar,
dünya meta'ına rağbet, nefsani arzulara düşkünlük gelir. Bunlar insan zekasını
kalınlaştıran, kalbi karartıp karıştıran şeylerdir. Özellikle tokluk ve uyku
yoğunluğuna mağlûb insanın düşünme melekelerini kaybedeceği bilinmektedir.
Tefekkürle
berraklaşan zihin basîrete kanat açar. Basîret güçlendikçe kişi Kur'anî
ifâdesiyle "ülü'l-elbâb" yani akıl ve idrak sahibi olur. Bu tür bir
akıl her türlü vehim ve şüphelerden arınmış, Allah'ın murad ettiği mana
üzerinde amel etme özelliğine sahip bir akıldır. Bu ifade mükellef olan her
akıl sahibi için geçerli değildir. Çünkü aklı hevasına galebe çalmayan benliği
diri kişiler bu ünvana hak kazanamaz. Böylelerinin sanki aklı yok gibidir.
Temiz bir
vicdana sahip olanların tefekkürden sonraki eylemi tezekkürdür. "Akıl
sahiplerinden başkası ibret almaz; tezekkür etmez." (el-Bakara, 2/269);
"Ancak akıllı ve vicdanı temiz olanlar tezekkür (idrâk) ederler."
(er-Ra'd, 13/19)
Tezekkürde insan
fıtratına yerleştirilmiş bulunan ma'rifet özelliğini arama ve "Elest
Bezmi"'nde verilen kulluk sözünü yakalama nüktesi vardır. Bu yüzden ölümü
ve ölüm ötesini düşünme anlamındaki "Râbıta-i mevt"'e daha çok
"Tezekkür-i mevt" denilmektedir. Belki mübtedî sâlikler için bir
tefekkür özelliği taşıyan ölümle irtibat kurma ve ölüm gerçeği ile mutlak
hakîkati arama işi, zamanla insanın ölü iken yaratılmış olması sebebiyle o ilk
halini hatırlaması ve içinde bulunduğu hali de o halden farksız bir hiçlik
ikliminde algılamasıdır. Nasıl başlangıçta hiçbir şey yok sadece Allah var
idiyse, şu anda da O'nunla yarışacak veya O'nun varlığını sınırlayacak bir
başka varlık bulunmadığını hatta kendi öz nefsinin bile o yüce varlık
karşısında "yok mesâbesinde olduğunu" tahattur etmektir.
Diğer
taraftan tasavvufun sâliklerine "murâkabe" adıyla telkin ve ta'rif
ettiği Allah ile ilgili düşünce temrinlerinde de bu tür bir tezekkür ufku
vardır. Murâkabede sâlik, Allah'ı Kur'an'da tarif edilen özellikleriyle ve
O'nun kendisine karşı olan konumuyla tezekkür etmeye çalışır. Bunun da dört
derecesi vardır:
1.
Murâkabe-i Ahadiyyet: Sâlikin ihlâs sûresinin anlamını düşündüğü bir tefekkür
ve tezekkür tarzıdır. Önce Allah'ın azamet-i ilâhiyyesinin tekliği, O'nun
biricik kudret sâhibi olduğu ve hiç kimseye muhtaç bulunmadığı; ardından
kimsenin babası veya oğlu olmadığı ve hiçbir şeyin O'na denk olamıyacağı
düşünülür. En az beş yedi dakikalık bu tefekkür, kalbi Allah ile ilişkide canlı
ve diri tutan bir ön hazırlık mesâbesindedir.
2. Murâkabe-i
Ma'iyyet: "Nerede olursanız olun Allah sizinle beraberdir."
(el-Hadîd, 57/4) âyetinin anlamını düşünerek adeta Rabb'ının : "Her haline
nâzırım, yanında hazırım" demekte olduğunu hissetmesi ve düşünceyi bu
noktaya yoğunlaştırmasıdır. Böylece tefekkür ve tezekkürün eylem boyutu da
devreye girecek, kulun Hakk'ın murâkabesinde olduğu duygusuyla tâatlere
yönelmesi ve ma'siyetlerden sakınması kolaylaşacaktır.
3.
Murâkabe-i Akrabiyyet: "Biz insanoğluna şahdamarından daha yakınız."
(Kaf, 50/16) âyetiyle Allah'ın bize yakınlığının had ve sınırının
bulunmadığını, O'nun her türlü maddi ilişkiden uzak ve vareste olarak bizi
ihata edip kuşattığını düşünür. O'nun azamet ve kudretini göremeyişinin kendi
aczinden kaynaklandığının bilinciyle daha bir canlı kulluğa sarılır.
4.
Murâkabe-i Muhabbet: "Allah onları, onlar da Allah'ı severler."
(el-Mâide, 5/54) âyetinin anlamını tezekkürle Allah'ın kendisini ve bütün
inananları muhabbet ve rahmetiyle kuşattığını idrâk ile bu muhabbete lâyık olma
heyecanıyla gayret göstermesi gerektiğini, böylece kâinatın menşe'inin sevgi,
devamının sevgi ve sonunun da sevgi olduğunu anlar.
Görüldüğü
gibi Kurânî hüküm ve emirleri hayata taşıyan ehlüllah olmuştur. Onlar
düşünmenin insanın temel özelliği olduğu görüşünü benimseyerek ve de Allah'ın
tarif ettiği düşünce biçimleri içinde kalarak tefekkür ve tezekkürle abdiyyet
tarafına doğru kanat açmışlardır. Kabiliyetli olanları yüce düşüncelere
yükseltmeye; istidadları sınırlı olanları da hiç olmazsa bir düşünce tababına
çekmeye çalışmışlardır.
0 comments :
Yorum Gönder