Olağanüstü olmaları ve Allah tarafından yaratılmaları
bakımından benzerlik arz eden bir çok haller vardır. Mucize, keramet, istidraç
ve bir dereceye kadar sihir bunlardandır.
Bazıları cehaletleri sebebiyle sihri inkâr ederek, buna inanmak
şirktir, derler. Sanki peygamberin elinde mucizeyi yaratan Allah, sihirbazın
elindeki sihri yaratmıyor! Ne garip bir iddia… Alemde Allah’ın irade ve
yaratması dışında bir şey olabilir mi? Nasıl ki şer işlemek isteyen bir
kimsenin eliyle şerri yaratıyor ise, dilediği takdirde sihir yapan kimsenin
eliyle sihri de yaratır. Fakat ondan razı olmaz ve yapanları cezalandırır. Zira
şerri yaratmak şer değil, şerri işlemek şerdir.
Yukarıdaki haller, fevkalâde olmaları itibariyle birbirlerine
benzeseler de, söz konusu hallere mazhar olan ya da maruz kalan zatlar
açısından büyük farklılıklar vardır. Mucize nebilerde, keramet velîlerde zuhur
ederken; istidraç ve sihir kâfir, fâsık ya da günahkârlarda ortaya çıkar.
Kerametler genel olarak ikiye ayrılırlar:
1. Manevi kerametler: Allah Tealâ’nın zat, sıfat ve fiillerine
dair bilgi ve marifetlere sahip olma, kâmil iman, salih amel, can ı gönülden
muhabbet ve Hakk’a tam bağlılık gibi hallerdir. Cenab -ı Hak, bu nevi
kerametleri sadece sevdiği, seçkin kullarına ihsan eder. Düşmanlarını ve doğru
yolda olmayanları bu çeşit lütf u ihsanlara ortak etmez.
2. Maddî kerametler: Madde aleminde gayb olan şeylerden haber
vermek, suyun üzerinde yürümek, havada uçmak, uzaktan bazı cisimleri hareket
ettirmek, günlerce aç durabilmek, gayet uzun mesafeleri kısa zamanda kat etmek
gibi hallerdir. Bu çeşit haller ise, doğru yolda olana da, bozuk yolda olana da
verilir. Çünkü istidraç sahibi olan kâfirlerde de böyle harikalar görülmüştür.
Tasavvuf ehlinin itibar ettiği keramet birinci keramet türüdür.
İkincisi de caiz olmakla birlikte, tam olarak kalbini tasfiye ve nefsini
tezkiye etmeyen zatlarda bu gibi kerametlerin gurur ve kibire sebep olması
muhtemeldir. Hem salih amel ve niyette bozukluk meydana gelmesi halinde, o
kerametin kâfir ve fasıklarda görülen istidraca dönüşmesi işten bile değildir.
Fakat cahiller manevi kerametlerden ziyade maddi kerametlere
önem verirler. Hatta ötekini keramet bile saymazlar. Bu tür harikaları
kâfirlerde bile görseler, arkalarına takılırlar. Kalın kafalı oldukları için de
onların iyi ve kötü her isteklerine boyun eğerler. Halbuki şeref ve üstünlüğe
layık olan ancak Allah Tealâ’yı bilmek, O’na itaat etmektir.
Bir de günümüzde şiş sokma gibi gösteri haline getirilen öyle
şeyler var ki, geçmişi ne olursa olsun, günümüzde tamamen folklorik bir hadise
şekline dönüşmüş, kerametle uzaktan yakından alakası kalmamıştır.
Velîlerin keramet göstermesi
şart mı?
Peygamberlerin mucize göstermeleri her halükârda lazımdır.
Velîlerde ise durum böyle değildir. Velî olmak için olağanüstülük ve
kerametlerin meydana gelmesi şart değildir.
Fakat bununla birlikte evliyanın hemen hepsinde keramet
görülmüştür. Keramet göstermeyen velî pek azdır. Hatta her an onlardan
düşmanların görüp sezemediği güneş gibi açık kerametler ortaya çıkmaktadır.
Oturmaları, kalkmaları, konuşmaları, bütün hallerinde bir ayna gibi Hakk’ın
nurlarını yansıtmaktadırlar. Allah’ın varlıklar üzerinde tecelli eden isim,
sıfat ve fiillerinin nakışlarını seyretmekle onların irfanı sürekli inkişaf
etmektedir.
Bir velîden çok keramet meydana gelmesi, onun üstünlüğünü
göstermez. Evliyanın birbirinden üstünlüğü, Allah Tealâ’ya daha yakın
olmalarına bağlıdır. Daha yakın olan bir velî , pek az keramet sahibi olabilir.
Allah Tealâ’dan daha uzak olan bir velî ise, daha çok keramet, harika
gösterebilir. Bu ümmetin sonradan gelen evliyasında, o kadar çok kerametleri
olanlar görülmüştür ki, Ashab -ı Kiram’ın hiç birinde, bunun yüzde biri bile
meydana gelmemiştir. Halbuki evliyanın en yükseği, en aşağı derecede olan bir
sahabinin derecesine yetişemez. Görülüyor ki, evliyayı ve onların üstünlüğünü
anlayabilmek için kerametlerine, harikalarına bakmak yanlış olur. ( Mektubat -ı
Rabbanî)
Yine bir müridin mürşidinden keramet beklemesi de âdâpsızlıktır
. Zira müminlerin peygamberlerinden mucize istediği görülmüş bir şey değildir.
Ancak kâfirler ve inanmayanlar mucize isterler.
İrşad için keramet gerekli mi?
Hayatı boyunca kendini aşamayan tiplerin başkalarından istifade
ettiğine pek tesadüf edilmemiştir. Kendi düşünce ve hayallerine değil de
peygambere yahut Allah dostlarına uyma kabiliyetinde olanlar ise, muhakkak
onların feyz ve bereketinden istifade etmişlerdir.
Ebubekir -i Sıddîk r.a ., Hz. Peygamber s.a.v. Efendimiz’e bir
şey sormadan inandı. Ebu Cehil ise, onca alamet ve mucize gördüğü halde yine de
“bu kesinlikle sihirdir” deyip iman etmedi.
Demek ki evliya ve enbiyanın izhar ettiği harikalar yakîni ve
güveni artırsa da, insan toplamaya yönelik değildir. Onların irşadı manevi çekimledir.
Allahu Tealâ’dan yansıyan güzellikler, bir mıknatıs gibi onlarda cazibe kuvveti
meydana getirir. Görünmeyen bu manevi kuvvetle kabiliyeti olanları Allah yoluna
çekerler. Söz konusu manevi çekim olmadan sadece mucize ve keramet yeterli
olsaydı, Hz. Rasulullah s.a.v.’in akıllara durgunluk veren mucizelerini ve
evliyanın kerametlerini gören herkesin müttaki birer müslüman olmaları
gerekirdi. Halbuki durum öyle değildir. Kur’an -ı Kerim’de buyurulur ki:
“Onlar her türlü mucizeyi görseler bile, yine de ona inanmazlar.
Nihayet sana geldiklerinde de seninle çekişirler. İnkâr edenler; ‘bu,
öncekilerin masallarından başka bir şey değildir’ derler.” ( En’am , 25)
Cahillerin tuzağı:
İstidraç
Kerametin bir benzeri, hatta aynı gibi görünen istidraç ,
kâfirlerin ya da takva, zühd , ihlâs gibi hallerle alakası olmayan
müslümanların eliyle gerçekleşen meş’um , uğursuz bir fevkalâdeliktir. Bu,
Allah’ın istidraç sahiplerine daha fazla azıtıp sapıtmaları ve böylece helâk
olmaları için kurduğu bir tuzak ( mekr -i ilâhi), nimet şeklinde gösterdiği bir
musibettir.
İstidraç sahiplerinin bir bölümü insanlardan kaçarak çile
odasında açlık, susuzluk gibi eğitimlerle kalplerini değil de nefslerini
temizleyip parlatırlar. Kalpleri yine zulmet içinde kalmaya devam eder. Sonra
derece derece azap ve felakete sürüklenirler. Cisim, madde, insan gibi
yaratıklar hakkında gaybî bilgiler verirler. Bir çoğunda isabet de ederler.
Hatta din, tevhid , ilâhiyat konularında içlerine doğan şeyleri söyler ve
yazarlar.
Hint fakirleri, Uzakdoğu rahipleri ve eski Yunan filozoflarında
bu kabil bilgilere çokça rastlamak mümkündür. Fakat isabet dahi etseler, iman
etmeden, itikat ve amellerini düzeltmeden Hak Tealâ Hazretleri ile aralarındaki
perde kalkmaz. Felaketten kurtulamazlar.
İmam-ı Rabbanî Hazretleri’nin buyurduğu üzere, müslüman dahi
olsa, Allah’ın emirlerinden, Ehl -i Sünnet itikadından kıl kadar ayrılan
kimselerde görülen bütün haller ve zevkler istidraçtır .
Ne yazık ki, cahil insanlar, Allah Tealâ’dan haber veren hakiki
marifet sahibi velîlerden ziyade, böyle ahmakların peşine düşerler. İçinden
geçenleri kendilerine haber veren, geçmişteki gizli sırlarından, hatta
günahlarından bahseden adamları seçilmiş velî kullardan zannederler. Onların
keramete benzeyen bazı tasarrufları karşısında hayret ve dehşete düşerler.
Hakikatten haber verenlere ise dönüp bakmazlar. Derler ki: “Bunlar, dedikleri
gibi evliya olsalardı, bizim hallerimizden, bilinmeyenden haber verirlerdi.
Böyle basit şeyleri bilmeyen kimse, daha yüksek olan şeyleri nasıl bilebilir?” Bu
bozuk ölçüleri ile evliyaya inanmazlar, doğru sözü işitmezler. Böylece istidraç
sahibi fasıklarla birlikte helâk olur giderler.
Ne yazık ki, dindar hatta sofi geçinenlerin arasından da zaman
zaman bu gibi tipler çıkmakta, menfaat veya egolarını tatmin etmek için
etrafındaki insanları iğfal etmektedirler. Üstelik çocuğun elindeki topaç gibi
şeytanın elinde oyuncak olmalarına rağmen kendilerini evliya zannetmektedirler.
Aylar, yıllar sonra çevrelerindeki insanlar ayılıp kendilerine geldiklerinde
ise, iş işten çoktan geçmiş olmaktadır. Maddi manevi yığınla zarar gören bu
zavallılardan bir çoğunun imanları dahi gitmektedir.
İstidraç sahiplerini tanımak
için
Feraset sahibi olmayan müslümanların ilk bakışta istidraç
sahiplerini tanımaları bir hayli zordur. Özellikle sofi geçiniyorlarsa, bunları
hakiki keramet sahiplerinden ayırt etmek daha da zor olabilir. Çünkü bunlar da
kendilerine göre namaz kılar, oruç tutar, Allah’ın yolunu ve dostlarını
anlatır, teşvik ederler. Fakat genellikle her sözlerinin altında gizli bir
“ben” düşüncesi ve enaniyet yatar. Dolaylı-dolaysız, açık veya imayla lafı
döndürür dolaştırır, kendilerine getirirler. Çünkü tam manasıyla nefis ehlidirler.
Fakat bunlar da kendilerinin istidraç ehli olduğunu bilmeyebilir
ve hatta kendilerini keramet sahibi zannedebilirler.
Böyle kişilerin konuşmalarında, hallerinde, davranışlarında
edep, nezahet ve incelik pek göze çarpmaz. Çoğu zaman kendilerinden zuhur eden
harikalardan ve derin keşiflerden bahsederler. Hatta daha da ileri giderek
kendilerinde bir kısım manevi yetkiler vehmederler. Mesela, “Mühür bendedir”
gibi laflar ederler.
Akıllı olan bir kimse, buradan onların sahtekâr veya aldanmış
olduğunu bilmelidir. Çünkü bilen söylemez, söyleyen bilmez. Ayrıca büyük
velîlerin bile keşiflerine şeytanın müdahale yolu açık iken, sıradan bir
talibin rüya ve keşiflerine nasıl itibar edilebilir?
Bir kimse uluorta kendi keramet ve keşiflerinden bahsediyor ve
özellikle de bunları kendinden biliyorsa, artık insaf edip o şahsın bir
düzenbaz olduğunu anlamalıdır.
Bu tiplerin çoğunun akaidinde de bozukluklar vardır.
Kendileriyle biraz sohbet edilse, bunlar teker teker ortaya çıkar. Yeter ki
onlara muhatap olan şahısların akideleri düzgün ve bilgileri yerinde olmuş
olsun. Ehl -i Sünnet alimlerinin ortaya koydukları inanç esaslarına zerre kadar
ters düşüyorlarsa, onlardan meydana gelen harika hallerin keramet değil
istidraç olduğunu bilmek gerekir.
İstidraç ehlinin göze çarpan diğer bir yönü de amellerdeki
bozukluktur. Bunların daha ziyade kadınlarla olan muamele ve davranışlarında
âdapsızlıklar göze çarpar. Mesela herhangi bir kadın cemaatini karşılarına alıp
sohbet etmekten, hatta daha da ileri giderek onlara el öptürmekten çekinmezler.
Halbuki, Sâdât -ı Kiram’ın yolunda bu tip muameleler kesin bir biçimde dinin
açık hükümlerine aykırı kabul edilmiştir. Dolayısıyla böyle davranışlar içinde
bulunanların kötü niyet, gaflet veya düzenbazlıkları ortadadır. Bu tiplerin
alışverişlerinde, amellerinde ve ibadetlerinde de kuvvetle muhtemelen
bozukluklar vardır. Çevresindekilerden menfaat elde etmek için de bazı
telkinlerde bulunabilirler.
Yukarıdaki ölçüler de kâr etmezse, vicdanı dinlemek gerekir.
Zira hakiki keramet sahibi bir kimse konuştuğu zaman dinleyenin kalbinde dünya
sevgisi azalıp, Allah Tealâ’nın sevgisi ve O’na olan bağlılığı artar. Şayet
böyle olmuyorsa adamın istidraç gösteren bir yalancı olduğu anlaşılır.
Yukarıda anlattığımız tedbirlere ihtiyaç bırakmayacak en sağlam
ölçü ise, hak bile olsa maddi kerametlerin hiç birine iltifat etmemek ve bu tür
kerametlerin sahiplerinin ardına düşmemektir. Dikkati sadece kâmil mürşide
çevirmek ve ondan gayrisine kalbi bağlamaktan uzak durmaktır.
0 comments :
Yorum Gönder