
Sonraki
âlimlerin üstünü, derin ve geniş bilgi sahibi olanların dayanağı, Arab’ın
Acem’in kendisine tâbi olduğu Şeyh’in (k.s.) [İbn Arabi’nin] sözünün özü budur.
Tercümesini
verdiğimiz bu kitabın müellifi Mevlânâ Abdurrahman Câmî –Allah yüce lütfuyla
kabrini nur eylesin– Şevâhidu’n-Nübüvve isimli kitabında Şeyhayn’ın (r.a.) [iki
şeyh] kerameti bahsinde Fütûhat-ı Mekkiyye’den şunları nakletmiştir: Ehlullah
arasında Recebiyyûn denilen bir taife vardır. Bunlar kırk kişidir, artmazlar,
eksilmezler. HalSleri şudur: Recep ayının başlangıcında, sanki gök üzerlerine
konulmuş gibi ağırlaşırlar, hareket etmeye mecalleri kalmaz. Ne ayak üstünde
durabilirler ne de oturabilirler. Hatta göz kapaklarını bile kıpırdatamazlar.
Recep ayının ilk gününde böyle olurlar, günden güne hafiflerler, Recepten
şabana girince tamamen hafiflemiş olurlar, bedenden kurtulmuş gibi olurlar. Bu
taifeye recepte birçok keşf, hadsiz hesapsız tecelli ve gizli şeyleri
öğrenmeleri vaki olur. Şabanda bu haller yine onlardan geri alınır. Öyle
vakitler olur ki, bu hallerin bazısı bu taifenin bir kısmında eksiksiz olarak
baki kalır, Fütûhât müellifi (k.s.) demiştir ki: Ben onlardan birini gördüm,
Rafizi’nin halini keşfetme özelliği baki kalmıştı. Her zaman Rafizileri hınzır
[domuz] suretinde görürdü. Bazen olurdu ki, hali gizli olan ve mezhebini
kimsenin bilmediği bir kimse ona uğrardı. Şayet bu adamda Rafızilik varsa onu
domuz suretinde görürdü. O şahsa varıp derdi ki, “Tevbe et, Allah’tan yana dön,
zira sen Rafızisin.” O şahıs bu sözlere şaşardı. Şayet samimi bir şekilde tevbe
edecek olsa onu insan suretinde görür ve doğru söylüyorsun derdi. Eğer
tevbesinde yalancı olursa, onu tekrar domuz suretinde müşahede eder ve “Yalan
söyledin, tevbe etmedin” derdi. Bir gün Şafiilerden iki adil kişi ona geldi.
Hiç kimse onların Rafızi olduklarını kesinlikle anlamamıştı. Bunlar Şii
cemaatinden de [42] değillerdi. Kendi fikir ve nazarlarıyla bu mezhebi
tutmuşlardı. Ebubekir ve Ömer (r.a.) hakkında kötü inanç besler, Hz. Ali (r.a.)
hakkında aşırı giderlerdi. Bu iki adil kişi o Recebî’nin yanına gelince,
bunların dışarı çıkarılmalarını emretti. sebebini sordular, şöyle dedi. “Ben
sizi hınzır suretinde gördüm. Hak Sübhânehû ve Teâlâ ile benim aramda
Rafızileri bu surette göstermek bir alamettir.” Bunun üzerine o iki kişi
bâtınlarından hemen tevbe ettiler. Recebî onlara, “Şu anda tevbe ettiniz, zira
sizi insan suretinde görmekteyim” dedi. Onlar ise bu hususta şaşkınlığa
düşmüşlerdi o bâtıl mezhepte olduklarına pişman olarak döndüler. Bunun
açıklaması budur.
Sonraki
âlimlerin önde gelenlerinden olan Mavlânâ Mîr Hüseyin (r.a.) Fevaih isimli
eserinde, Murtaza divânının şerhinin mukaddimesinde Şeyh Muhyiddin bin
Arabî’den (k.s.) şunu nakletmiştir: Efrât kutbun üzerinde tasarruf etmediği bir
cemaattir. Bunların sayısı tek olur. Gavs adı da verilen kutup Hak’kın
nazargahıdır. Buna Abdullah derler. İlk dört halife, Hz. Hasan, Muaviye bin
Yezid ve Ömer bin Abdü’l-Aziz (r.a.) gibi manevi hilafetler ile şekli hilafeti
bir araya toplayan nadir kimselerdendir. O İsrafil’in kalbi üzerinedir.
Falan
filanın kalbi ve kademi üzerinedir demekten maksat, o ikisinin üzerindeki Hak
feyzi bir cinstendir demektir.
İmaman
iki şahıstır. Biri Gavs’ın sağındadır, melekût âlemine nazar eder, buna
Abdü’r-Rab derler. Diğer imam Gavs’ın solundadır, mülk âlemine nazar eder, buna
Abdü’l-Melik derler. mertebe itibariyle Abdü’l-Melik Abdü’r-Rab’dan üstündür.
Dört
kişi olan evtâdın her biri âlemin bir köşesinde bulunur. Doğuda Abdü’l-Hayy,
batıda Abdü’l-Alim, kuzeyde Abdü’l-Mürid, güneyde Abdü’l-Kadir görev yapar.
Abdal
yedi şahıstır. Acaba bu yedi şahıs bir kutup, iki imam ve dört evtât mıdır?
Bunlardan başka kimseler olup olmadığı konusunda ihtilaf edilmiştir. Abdal denilmesinin
sebebi, içlerinden birnin vefat etmesi halinde kırklardan birinin ona bedel
olmasıdır. Kırklardaki eksiklik de üçyüzlerden tamamlanır, üçyüzlerdeki
eksiklik de avamın Salihlerinden ikmal edilir. Ve abdal isminin verilmesinin
sebebi şudur:
Bunlar
bir yere gittikleri zaman yerlerinde kendi suretlerinde bir beden bırakıp
gitmeye kadirdirler. Abdül isminin bu hususu bilenlere verilmesi şarttır. Her
ayın her gününde bunların hangi yönde bunacakları kararlaştırılmıştır. Tafsilat
aşağıdaki cetveldedir. Bir kimsenin ihtiyacı olduğu zaman bunların bulunduğu
[43] yere doğru yüzünü çevirmesi ve şöyle demesi gerekir: “Esselamü aleyke yâ
Ricâle’l-Gayb, yâ ervâhe’l-Mukaddese, eisünî bigavsetin, ve’n-zurunî
bi-nazratin, einunî bi-kuvvetin.” [Ey gayb erenler, ey mukaddes ruhlar. Selam
size. İmdadıma koşun, bana bakın ve yardım edin.]
Nücebâ
sekiz şahıstır, hakın yüklerini taşıma işiyle meşgul olurlar.
Nükebâ
oniki şahıstır, [ruh ve] nefslerdeki sırlara vâkıftırlar.
Büdelâ
oniki şahıstır, bunlardan biri vefat edince, geriye kalanlar tümünün makamının
yerini tuttukları için kendilerine büdelâ ismi verilmiştir. Büdelâ abdal ve
nücebâdan başkadır. İbn Arabî’nin sözü kısaca budur.
Bazıları
aşağıdaki cetvelin açıklanışında şu iki beyti Şeyh Muhyiddin bin Arabî’ye
nispet etmişlerdir.
Günümüzde
velayetle maruf ve riyazetle vasfedilen, hizmet etme şerefine nail olduğumuz
azizlerin bazıları bu duayı şöyle tashih ettiler: “Ey ricâlü’l-gayb, selam
size, ey mukaddes ruhlar selam size, yâ nükebâ, yâ nücebâ, yâ rükaba, yâ
büdelâ, yâ evtât, yâ imamân, yâ kutb, yâ efrât, yâ ümenâ” buyurmuşlardı ki, bu
tertip, kutba varıncaya kadar kutbun dairesinde olanlardır, aşağıdan yukarıya
nida edilir, efrât ve iki imam ise kutbun dairesinin dışındadırlar. Onlar
üzerinde kutbun hükmü ve tasarrufu yoktur. Buyurmuşlardı ki, amel vakti bu
taife-i şerifeye istizhâr etmek gerekir, yani onlar hangi tarafta bulunursa, o
tarafa arka verip, onları zahir [ve arka] edinip, onların teveccüh ettikleri
yere teveccüh etmek gerekir, zira onlar daima karşılık gelen taraflarına
teveccüh ederler. Şükür [sekiz] yıldızıyla ameline [?] meşhurdur hemân bu
kıssadır derler.
0 comments :
Yorum Gönder