16 Nisan 2015 Perşembe

Velayet sahiplerinin sınıfları


Velayet sahiplerinin sınıfları, kutupların durumunun açıklanması, onların dairesinde ve o dairenin dışında bulunanlar (k.s.), Hızır, İlyas ve bunlar hakkında nakledilen rivayetler, Allah’ın salatı Peygamberimize, o ikisine diğer nebilere ve resullere olsun, kıyamete kadar.
Menâzilu’s-Sâirin’de “Sır sahipleri [ashâb-ı sır] haklarında haber ve hadis ulaşan gizli kimselerdir” denilmektedir. Hadis şudur: Allah Teâlâ’nın sevgili kulları Ahfiya ve Atkiyadır, yani gizli takva sahibi kimselerdir. Hazır olurlarsa onları kimse bilmez, gaip olurlarsa onları kimse zikretmez. Bunlar üç tabakadır.
Birinci Tabaka: öyle bir taifedir ki, himmetleri yücedir, maksatları temizdir, Hak’tan başkasına iltifat ve teveccüh etmezler. Sülûkları sıhhatlıdır, engelleri kaldırmış ve maniaları aşmışlardır. Onların bir resmine [şekillerine] vâkıf olunmadı, hiçbir taifenin resmini kendilerine alamet yapmadıkları için halk onların ahvalini öğrenemez, [23] nasıl sülûk ettiler ve hangi tarik üzerine seyr kıldılar bilmezler, daha doğrusu bütün usulden Hak’ta fani oldular. İnsanlar arasında bir isimle anılmadılar. Hatta Allah’ın isimlerinden bir isme nispet edilmediler. Zira bu zümrenin ıstılahlarındandır ki, bir kimse esmaya ait tecellilerden cüzi bir tecellinin şuhûduna vâkıf olsa o isme nispet edilir. O ismin kulu diye anılır. Örneğin bir kimse Hak Teâlâ’nın azamet ve kahr tecellisini temaşa halinde olan bir kulsa ona Abdu’l-azim [Azim olan Allah kulu] derler. Bir kimse tüm isimlerin tecellilerini tamamlasa ve ilahi huzurda bütün sıfatlardan fani olsa ona Abdullah [Tanrı kulu] derler. Bundan dolayı Hz. Peygamber (a.s.) hakkında inen ayette “Abdullah ona niyaza kalkınca” [CİN 72:19] buyrulmuştur. Bir kimse zatın ahadiyetiyle çok sayıdaki bütün isimlerin ahadiyet-i cem’ini müşahede etse ona Abdul’l-vehhab derler. Hakikatini tamamıyla mahveden bir kimseyi hiçbir isme nispet etmezler. Bunlar haklarında, “Velilerim kubbelerimin altındadır, onları benden başkası bilmez” buyurulan hayırlı kimselerdir. Bunlar Allah’ın zahireleridir. Hak Sübhânehû ve Teâlâ onlar aracılığıyla kullarından belaları defeder, nitekim zahire aracılığıyla da fakr ve yoksulluk belası defedilir.
İkinci Tabaka: Bunlar ulu bir taifedir. Yüce bir mertebede temkin ve istikamet ehlidir, makamlarından arz menziline inerler, onlara “Umumi menzil ehli” diye işaret edilir. Oysa havassın en hususi makamında bulunurlar. Bunlar zahirleriyle halkladır, ama halkın red ve inkâr ettiği nesneleri göstermezler. İlim ehli olanlar onların kendi emsali olduklarına inanırlar. Nitekim Maruf Kerhi (k.s.) vefat edince her din mensubu “O bizdendir” diye iddia etti. Onlar her ne gösterirse iki yönlüdür. Halk bir yönünü anlar, onların maksadı ise öbür yönüdür. Örneğin “Bizim için Hak Teâlâ ve tekaddes hazretlerinin katında menzil ve makam yoktur” derler. Oysa bunu halk onların menzil ve makamlarının olmaması kusurlarından ötürüdür olarak anlar. Ama onların maksadı hakikat-i halde bütün usullerden fani olduklarından “Her menzil ve makamdan geçtik” demektir. Bunlar zahir ehlinden muhakkık âlimler gibi amelleri sevap için yapmış gibi gösterirler, gayret ve kıskançlıklarından nefslerini gizli tutarlar. Hatta gayret ve kıskançlık, onları usul uleması kıyafetinde göstererek halk anlamasın diye kendilerini örtülü tutar. Bunlar hakikatin sırlarını keşfetmeme edebi üzeredirler. Yani marifet ve muhabbet göstermek nedir bilmezler. Şathiyeler, müteşâbih sözler söylemezler, zarafet ve nezahet üzerine olurlar. Yani tevazu, miskinlik ve ahlak üzere yürürler.
[24] Üçüncü Tabaka:Hak bunları kendilerinden esir almıştır. Kendileri hakkındaki kavrayışlarını aldı, Hak’la meşgul ederek onları gizledi. Onlara bir nesne zahir oldu, Hak’kın zatının nurlarından bir nur doğdu. Bu nur onları hayran kıldı, bulundukları hal ve makamı gömekten unutan gafil bir hale getirdi. Bunlar sürekli olarak hayrette ve Hak’kı müşahede halindedirler. Kerubi meleklerin makamında bulunurlar, zira Hak’la meşgul olmaları sebebiyle Hak Teâlâ’nın Âdem’i yarattığını bilmezler. Kendilerinden başka bir mahlukun mevcut olduğunu düşünmezler. Hatta kendilerinin mahluk olduklarını bile idrak edemezler. Hak’kın cemalini müşahedeyle masivadan geçmişlerdir. Bununla beraber bulundukları makamın sıhhatli bir mahal olduğunu gösteren deliller ve şahitler vardır. O şahit bunların hakiki maksatlarıdır ki, o maksada gaip olan bir husus heyecan verir, onu coşturur, oysa bunlar heyecan veren ve gaip hususun ne olduğunu bilmezler. Şahitlerinin biri sadık muhabbettir [muhibb-i sadık], bunun ilmi kaynağını anlamazlar. Zira akıl ve histen gaip olmuşlardır. Diğer bir şahit ise nadir vaki olan vecddir. Bu vecdin ateşini kimin yaktığını idrak edemezler. Bu makam velayet makamlarının gayet latif olanıdır.” Allah doğru söyler ve doğru olan yola iletir.
Keşfu’ul-Mahcûb isimli eserde şöyle denilmektedir: Hak Sübhânehû ve Teâlâ peygamberliğin delilini kıyamete kadar baki, evliyayı da bu delilin gösterilmesine sebep kılmıştır. Maksat fasılasız bir şekilde Hak’kın ayetlerinin ve Muhammed’in (s.a.v.) doğruluğunu gösteren delillerin zahir olmasıdır. Bunları âlemin vâlileri kılmıştır, gökten yağmur, bunların ayaklarının bereketi sebebiyle iner, topraktan otlar saf ve temiz himmetleri vesilesiyle biter. Bunlar destekledikleri için Müslümanlar kâfirlere karşı zafer kazanırlar. Bunlar dörtbin tanedir ve gizli tutulmuşlardır, birbirini ve hal suretlerini bilmezler. Bütün halleri itibariyle halktan örtülüdürler. Hz. Peygamber’den gelen hadisler buna şahittir, evliyanın sözleri bunu ifade eder ve Allah’a hamdolsun, bana bu hususta haber açık olmuştur, söyleneni gözle görmüşümdür.
Ehl-i hall ve akd olan, bir meseleyi halledip karara bağlayan, ulu ve yüce Hak’kın dergâhında başkomutan olan veliler üçyüz tanedir. [25] Bunlara ahyâr derler. Bunlardan kırkına abdal, içlerinden yedisine büdelâ derler. Üç tane daha vardır, bunlara nükebâ, bir tane daha vardır, ona da kutb ve gavs derler. Bunların hepsi birbirini bilirler, yapacakları işlerde birbirinin iznine muhtaçtırlar. Bu hususu da Hz. Peygamber’den gelen hadis ve haberler ifade etmiştir. Hakikat ehli olanlar bu husustaki haberlerin doğruluğu konusunda birleşmişlerdir.
Fütûhât-ı Mekkiyye’nin müellifi (k.s.) eserinin 198. babının 31 faslında yedilerin adına “abdal” demiştir. Orada şu hususu zikretmiştir: “Hak Sübhânehû ve Teâlâ yeryüzünü yedi iklime ayırmıştır. Has kullarından yedi kimseyi seçmiştir. Onların adını abdal koymuştur, her iklimin vücûdunu o yedi kimseden biri aracılığıyla muhafaza etmiştir.” Yine “Ben Mekke hareminde onlarla bir araya geldim, selam verdim, selamımı aldılar ve kendileriyle konuştuk” demiş ve eklemiştir: “Gördüklerim içinde şeklen onlardan daha güzel ve daha çok Allah’la meşgul olan hiç kimse görmedim. Konya’da gördüğüm birisi dışında onlara benzeyen hiç kimse görmedim” (bkz. Keşfu’l-mahcûb, Hakikat Bilgisi, İstanbul, 1982, 330.)
Tasavvuf yolunun şeyhi Feridüddin Attâr (k.s.) şöyle demiştir: “Evliyaullahtan bir zümre vardır ki, tarikat şeyhlerinin büyükleri onlara Üveysiler der. Onların zahirde pire ihtiyaçları olmamıştır. Zira onları Hazreti Risalet (s.a.v.) inayet kucağında aracısız terbiye etmiştir, nitekim Üveys Karnî’yi de [Veysel Karanî] böyle terbiye etmiş ve yetiştirmişti. Bu ulu bir makam ve yüce bir payedir, bu mertebe değme bir kişiye kolay gelmez. “Bu Allah’ın bir lütfudur, dileyene verir.” (Evliya Tezkireleri, İstanbul, 2007, s.68.)
Aynı şekilde o Hazret’e (s.a.v.) tâbi olan evliyaullahtan bazıları taliplerden bazılarını ruhaniyetle terbiye ederler. Oysa terbiye ettikleri taliplerin ve müritlerin zahir itibariyle pirleri olmamıştır. Bu zümre de Üveysilere dahildir. Sülûklerinin başlangıcında, tarikat şeyhlerinin çoğunun bu makama teveccüh etmeleri vakidir. Nitekim ulu şeyh Ebu Kasım Gürgânî Tusî’nin (k.s.) –ki, Ebu Cenab Necmüddin Kübra’nın silsilesi ona varır, Şeyh Ebu Said Ebü’l-Hayr ve Şeyh Ebu Hasan Harakanî tabakasındandır- (k.s.) sülûkunun başlangıcında zikri sürekli olarak “Üveys! Üveys!” demekti. Hâce Muhammed Parsa (k.s. demekle meşhur olan tarikat erbabının mürşidi, hakikat sırlarının kâşifî, zahiri ve bâtıni ilimleri kendisinde toplayan Hâce Muhammed bin Muhammed Mahmud Hafız Buharî Faslü’l-Hitab (Faslu’l-Hitab, Tevhide Giriş, İstanbul, 1988, s. 568.) isimli eserinde şöyle der: Şeyh Alâuddevle ve’d-din Ahmed bin Muhammed Simnânî [Allah ruhunu mukaddes kılsın, cennetteki köşklerde fetihlerini çoğaltsın] demiş ki: Gayb âleminde vakıa yoluyla bir cemaat müşahede ettim, benim nefsim onlara meyletti, selam verdim, [26] güzel bir şekilde selamıma karşılık verdiler, lütuf ve keremle bana “Merhaba” dediler. Ben onların güzel karşılıklarından ve hallerindeki sıhhatten bakâtımız da yedidir” dediler: Talipler tabakası, müritler tabakası, sâlikler tabakası, sâirler tabakası, tâirler tabakası, vâsıllar tabakası, kutup.
Her zaman söz konusu kutup irdir ve onun kalbi Muhammed’in (s.a.v.) kalbi üzerindedir. nitekim abdalların kutbunun kalbi de İsrafil’in (a.s.) kalbi üzerindedir. Semada iki kutup var, biri güneydeki kutup, diğeri kuzeydeki kutup; güney kutbu Süheyl yıldızıdır, kuzey kutbu Cedi’dir [Oğlak burcu]. Tıpkı bunun gibi Hak Teâlâ yeryüzünde iki kutup yaratmış, her biri için bir mertebe belirlemiştir. İmdi Kutb-i İrşad’ın mertebesi Süheyl yıldızının mertebesidir. Işık, hacim ve fayda bakımından yıldızların en büyüğü budur. Kutb-ı Abdal’ın mertebesi Cedi mertebesidir, halkın çoğu onu göremez. Bunların sayısı, güney yılındaki günlerin sayısı gibi kesin değil, yaklaşık üçyüzaltmışaltıdır. Kutb-i İrşad’ın velayeti, velayet-i şemsiyedir. Şemsi [yıldaki] günlerin kesrinden doğan dörtte bir [rub’] onun hakiki sayısıdır. Bu dörtte bir tam değildir, bir gün bir geceden eksiktir. Şems günlerinin hesaplanan 365 günü dahi bir gün bir gecenin eksik dörtte biridir. [şemsi yılın kesri, birkaç yılda bir toplanıp şubat ayına bir gün olarak eklenen saatler dörtte bir günden eksiktir.]
Bu mübarek taifenin zevceleri, evladı, nesepleri, malları ve mülkleri vardır. Halk onlara haset eder, kendilerini reddeder ve eza cefa yaparlar. Nitekim nebilere de eza ve cefa etmişlerdir. Nebi’nin (s.a.v.) “Benim kadar hiçbir nebi eza ve cefa görmemiştir” dediği, hakikaten sıhhat derecesine ulaşmıştır.
Bu mübarek taife halkı davet etmede peygamberlerin (a.s.) halifeleridirler, bunları hiç kimse hakkıyla bilemez. Sadece Hak Sübhânehû ve Teâlâ’nın mürit isminin işaret ettiği sıfattan kalbine nur-i feyz bahşettiği kimseler müstesnadır. Bu durumdaki bir kimse, basiret gözünü aydınlatan o nur aracılığıyla onları kubbeleri altında bulur ve görür. Bunların her biri ağyarın ve halkın gözlerinden saklı ve gizli kalırlar. Kutb-i irşadın halifelerini bilen bir kimse onun müritleri zümresine dahil olur.
[27] Kutb-ı Abdalın velayeti, velayet-i kameriyedir. Tabakaları da altıdır. Nitekim İbn Mesud’un (r.a.) rivayet ettiği hadi bunu bize haber vermiştir: Allah Teâlâ’nın 300 canı [nefsi velisi] vardır, bunların kalpleri Âdem’in kalbi üzerindedir. [Onun meşrebindedirler, ondan feyz ve ilham alırlar.] 40 nefs [can] daha vardır, bunların kalpleri İbrahim’in kalbi üzerindedir, üç nefs daha vardır, bunların kalpleri Mikail’in kalbi üzerindedir. Bir nefs daha vardır, bunun kalbi İsrafil’in kalbi üzerindedir. Söz konusu bir nefs öldüğü zaman Allah üç nefsten birini onun yerine getirir, buna ibdâl denir. Üç nefsten biri ölünce ona bedel beş nefsten biri onun yerine getirilir. Beş nefsten biri vefat edince, ona bedel, yedi nefsten biri onun yerine getirilir. Yedi nefsten biri vefat edince, kırk nefsten biri onun yerine getirilir. Yedi nefsten biri vefat edince, kırk nefsten biri ona bedel olmak üzere onun yerine getirilir. Kırk candan biri vefat edince, ona bedel üçyüz candan biri onun yerine getirilir. Üçyüz candan biri vefat edince de ona bedel avamdan biri onun yerine getirilir. İbdâl [yani yerine getirme ve belirleme] muamelesi Allah Teâlâ’ya aittir. Bu ümmetten belayı Allah onlar aracılığıyla kaldırır.
Biz onların varlığını, mertebelerini, tabakalarını ve sayılarını apaçık olarak belirledik, tayy-ı mekân [mekândan sıçrama yapabilme kerameti], köprüsüz ve gemisiz, büyük sulardan ve mesafesi uzun olan denizlerden geçmek, halka görünmemek, ehli şehadetle [ve maddi âlemdeki insanlarla] dolu bir mekânda topladıkları halde birbirine ve başkalarına bedenleri temas etmemek, gölgeleri görünmemek gibi açık kerametlerini müşahede ettik.
Gerçekten de bu taziz topluluk raks ederler, ağlarlar, değersiz olanı değerli hale getirirler, muhtaç olanları kendi üzerlerine tercih ederler. Yeme, giyinme, huy, edep ve sohbet gibi konuların hepsinde siretleri ve gidişatları sûfilerin siretleri ve gidişatları üzerindedir. Benim kanaatime göre sûfiler sahip oldukları gidişatları onlardan almışlardır. Bunlar dünyanın her tarafındaki beldeleri dolaşırlar; her yıl bir kere Arafat’ta, bir kere de Recep ayında nerede toplanmakla memur olmuşlarsa orada bir araya gelirler. Bunların halk arasında büdelâsı [yani onların yerini tutan] vardır. Onlar bunları bilirler, ama bunlar [büdelâ] onları bilmezler. Sahabeden Hilal (r.a.) Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında yedi büdelâdan birisiydi.
Bunları ehl-i şehadetten [ve maddi âlemdekilerden] hiçbir zaman –bir kişi dışında- hiç kimse görmez, bu kişi vefat edince yine Hak Sübhânehû ve Teâlâ’nın emriyle bunlar yine onun gibi bir kişiyle musahabet ederler. Bunlar ile Hz. Peygamber (s.a.v.) arasında aracı olan bir sahabe vardı. Bu Hezeyfetü’l-Yemânî’ydi (r.a.), Onlardan Nebi’ye, Nebi’den onlara haber iletip götürürdü. [28] Bunlar Nebi’nin yanında toplanır ve onunla namaz kılarlardı. Şer’i hükümlerde ondan istifade ederlerdi. Huzeyfeden başka kimse onları bilmezdi. Sahabe (r.a.) arasında Huzeyfe Sahib-i Sırr-ı Nebi (s.a.) [Peygamber’in sır arkadaşı] olmakla tanınmıştı.
Bu şerefli taife peygamberlere tâbi olmak, onların şeriatlarına sarılmak, kelime-i şehadet getirmekle memur ve mükellefdirler.
Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında vaktin kutbu İsâm-i Karanî’ydi. Bu kişi Veysel Karanî’nin amcasıydı (r.a.). Rahmani tecelliye asalet yönüyle özel olarak mazhar olmuştu. Nitekim Mustafa (s.a.v.) zat ismi olan Allah’a mahsus bulunan uluhiyet tecellisine asalet yönüyle özel olarak mazhar olmuştu. Şu halde o Hazretin (s.a.v.) “Ben Rahman’ın nefesini Yemen yönünden hissediyorum” demesi ona uygun düşmüştür.
İsâm vefat edince namazını Ahmed bin Atâ el-Arabî kıldı. Mekke ile Medine arasında bir köydendi. Hak Teâlâ’nın zamanımızı aziz vücûduyla müşerref kıldığı mübarek kutup İmadüddin Abdülvehhab Bârsîni’dir. Bârsîn, Kazvin köylerinden Ebher’e yakın bir köydür. Hak Sübhânehû ve Teâlâ Hazretleri Abdullah Şamî (k.s.) vefat ettikten sonra onu hicri 710’da, kutupluk rütbesiyle tahta oturtturdu. Şimdi onun mübarek yaşı 76’dır. [Allah ömrünü daha da uzun kılsın.] Halk ile musibetler arasında onu sed eylesin. Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanından günümüze gelinceye kadar O ondokuzuncu kutuptur. Bunların hali beşeriyet itibariyle bizim gibidir; yerler, içerler, hasta olurlar, tedavi görürler, abdal sınıfına girmeden önce nikâhlanırlar, bunların evleri, evladı, emlak ve malları bulunur. Lakin abdal tabakasına dahil olduktan sonra o gibi nesneleri terk etmişlerdir. Bir daha ona avdet etmezler, zevce ve çocuklarla müsahabet etmekten uzak kalırlar. Bunlar için, bundan sonra çoluk çocukla musahabet etmek caiz değildir. Zira onların malumu olurlar.
Bunlar nikâh sünnetine riayet etmede mübalağa ederler. Hatta bir garip kimse dairelerine dahil olsa, bir gün veya bir hafta için bile olsa evlensin, onun hakkını versin, sonra onu terk etsin ve o hatun onun kim olduğunu bilmesin, isterler. Aynı şekilde Hz. Peygamber’in (s.a.v.) sünneti olduğu rivayet edilen her hususta son derece titiz davranırlar. Ben onları tanıma şerefiyle müşerref olmadan önce tabakalarından her tabakasına belli bir isim verdim. Birinci tabakaya, Hak Teâlâ şehadet âleminden onların yerine birini bedel [29] ettiği için abdal adını verdim. İkinci tabakaya ebtâl dedim. Ebtâl, cesur ve bahadır kişiler demektir. Üçüncü tabakaya seyyah, dördüncü tabakaya evtât beşinci tabakaya efrât ve altıncı tabakaya kutup ismini verdim.
Yirmi bir kimse kutuplardan Nebi’nin (s.a.v.) zuhurundan önce Terzah’ta defnedildi. Terzah, Bistam ile Damğan arasındaki bir dağda bir köydür. Ehl-i beyt-i Tahire’nin imamlarından olan Muhammed bin Hasan Asker’i [Allah ondan ve kerem sahibi olan babalarından razı olsun] kesin olarak kutbiyet makamına vâsıl olmuştu. Gizlenince de abdal dairesine dahil olmuş ve yavaş yavaş yükselip seyydü’l-efrât oldu. O zaman kutp Ali bin Hüseyin Bağdadî’ydi (k.s.). Vefat edince Şunûziye mezarlığına defnedildi ve namazı Muhammed bin Hasan Askerî tarafından kılındı. Ondokuz yıl kutbiyet makamında kaldı. Vefat edince makamına Osman bin Yakub el-Cüveynî el-Horasanî cülûs etti. Onun namazını bunlar arkadaşlarıyla kılarak Hz. Peygamber’in (s.a.v.) şehrinde defnettiler. Cüveynî de vefat edince, yerine Abdurrahman bin Avf’ın (r.a.) ahfadından Ahmed Küçek cülûs etti. Bunlar Acemde defnedildi.
Bu taife-i şerifenin kabirleri yerin sathiyle aynı düzeydedir, yükseklik ve bina gibi bir alametleri yoktur. Mezarlarını başkaları bilmez. Bunlar o kabirleri yılda bir kere ziyaret ederler.
Bunlar alışveriş yaparlar, pazarlara giderler, yenilecek, giyilecek ve tedavi olunacak şeyden neye ihtiyaçları olsa, akçe verip satın alırlar. Asla kimseden sakınmaz ve gizlenmezler, sadece istemedikleri kimselerden saklanırlar. Bir yerde ve evde fazla durmazlar, meğerki hasta olalar. Çokça hasta olurlar, kendilerini tedavi ederler, hamamlara girerler, ücretini verirler, kutup tabakasından başkası değişir. Hz. Kutup makamında sabit durur, onun ömrü uzun olur.

Related Posts:

0 comments :