Tasavvuf
literatüründe “Edep ya hu” ifadesi edebin önemini vurgulamak ve muhatabı edebe
çağırmak için kullanılan bir deyimdir.
Varılan
her makamda yazılmış edep ya hu
Edebi
muhafaza devlettir, dervişliğin şartı bu.
Edep,
insanı utanılacak durumlardan koruyan sağlam bir irade ve vicdan duygusudur.
Edep, zahir ve batın terbiyesi sayesinde kişinin kendini bilmesi, haddi tecavüz
etmemesidir. Edep ile edebiyat arasında irtibat vardır. Sözdeki zarafet, ahenk
ve kibarlık edebiyat; özdeki ahenk ve tenasüp edeptir. Edep, tasavvufun esası
sayılmıştır.
Edebin bir
zahiri olanı bir de batını olanı vardır. Zahiri olanı, ameli riya ve
münafıklıktan korumaktır. Batını olanı ise, kalpdeki şehvet, itiraz ve irade
zaafı gibi olumsuz şeyleri temizlemektir.
Tasavvuf ricali
içinde Ebu Hafs Haddad gibi “tasavvufu edepten ibaret” olarak tarif edenler
olduğu gibi, edeple tevhit arasında irtibat kuranlar da vardır. Nitekim
el-Celaili el-Basri der ki: “Tevhit imanı, iman şeriatı, şeriat da edebi
gerektirir. İmanı olmayanın tevhidi, şeriatı olmayanın hem imanı hem tevhidi;
edebi olmayanın ise hem şeriatı, hem imanı, hem de tevhidi tehlikededir.”
Hasan
Basri’ye: “İnsanların edebe ait bilgisi çoğaldı, fakat edep azaldı. Edebin hem
dünyada, hem ukbada en yararlı olanı hangisidir?” diye sorulduğunda şu
karşılığı verdi: “Önce dinde ince ve derin bir anlayış sahibi olmak gerekir.
Çünkü böyle bir anlayış, taliplerin gönüllerini cezbeder. Bunun ardından lazım
olan dünyaya değer vermemektir. Çünkü bu kulu Allah’a yakınlaştırır. Nihayet
Allah’ın kul üzerindeki hakkını bilmek gerekir.”
Hasan
Basri hizmetteki edebi de hizmetten üstün ve değerli görürdü. Cüneyd Bağdadi
ise kulluğu edebe sarılmak olarak değerlendirir, azgınlık ve isyanı su-i edep
sayardı.
Sehl der
ki: “Edep nefsi bilmek ve onun saçmalıklarından kaçınmaktır.”
Zünnun der
ki: “Mürit edeple amel etmenin dışına çıkarsa geldiği yere geri döner.”
İbn Ata
der ki: Nefs su-i edep üzere yaratıldığından kul, edebe sarılmakla
emrolunmuştur. Nefs tabiatı icabı muhalefet meydanlarında dolaşır. Kul onu
edepten nasip almaya zorlar. Nefsine muhalefet ederek onu hayra zorlamaktan
vazgeçen, nefsinin dizginini salıvermiş; onu idareden gafil düşmüş demektir.
Edep iyi ve güzel şeylerle donanmaktır. Allah’a karşı muamelenin, gizli ve
aşikâr, edep çerçevesinde olmasıdır.
Herevi der
ki: Edep, düşmanlık ve yanlışlığın zararlarını bilerek taşkınlığa varmayan ve
ezikliğe düşmeyen bir tavır içinde olmaktır.
Ceriri
edebin sınırının maiyyet-i ilahiyye; yani Allah ile olma duygusu içinde
bulunmak olduğuna işaretle der ki: Yirmi yıldır tenhada bile ayağımı uzatmadım.
Çünkü tenhada bile hüsn-i edebe riayet, edebin en güzel ve evla olanıdır.
Davud Tai
anlatıyor: Yirmi yıl Ebu Hanife hazretleriyle birlikte bulundum. Bu zaman
zarfında ne yalnızken, ne de yanında birileri varken başı açık oturduğuna ve ne
ayaklarını uzattığına şahit oldum.
İbn
Mübarek, çok ilimden ziyade, edebe muhtaç olduğumuzu söyler, arif için edebin
lüzumunu, mübtedi için tevbenin lüzumu gibi, görürdü. Bu yüzden ilim için önce
edep lazımdır. Nitekim denilmiştir ki:
Ehl-i
irfan meclisinde kıldım talep
İlim en
geridedir illa edep, illa edep
Takva ile
edep arasında bir ilişki vardır. Takva kalpte bulunması gereken Hakk’a sığınma,
ve korunma duygusudur. Kalpteki takva zahire edep olarak yansır. Çünkü edepte,
kalpteki duyguya bağlı olarak eliyle ve diliyle başkalarını incitmeme kaygısı
vardır. Nitekim Ebu Hafs Haddad ile Cüneyd arasında geçen şu muhavere, edebin
batını değerini göstermesi bakımından ilginçtir. Kendisini ziyarete gelen Ebu
Hafs Haddad’ın müritlerinin edebi, Cüneyd’in dikkatini çekmiş ve demişti ki:
“Ya Eba Hafs! Müritlerinizi sultanların edebiyle yetiştirmişsiniz. Cüneyd de şu
karşılığı verdi: “Onların zahirde görünen edepleri, gönüllerindeki takvadan
yansıyan edepleridir. Çünkü suret siretin aynasıdır.”
Ebu Nasr
Serrac eserinde edebi üç derecede incelemektedir:
1- Dünya
ehlinin edebi: Fesahat, belagat, şiir, sanat ve eğlence türünden edebi
mahsuller,
2-
Dindarların edebi: Gönülleri temizlemek ve şer’i sınırları korumak nev’inden
edep,
3- İhlas
ehlinin edebi: Kalp temizliği, ahde vefa, vakti ve hâli korumak. (Serrâc,
el-Luma’/İslam Tasavvufu, trc: H. Kâmil Yılmaz, İstanbul 1996, s. 151-153.)
Edep
konusu üzerinde söz söyleyenlerden biri de Mevlana Celaleddin Rumi’dir. O,
tasavvufu edep ile aynileştirerek insan olmanın yolunun edepten geçtiğini
belirtir. Gerek Mesnevi’sinde, gerekse Divan-ı Kebir ve diğer eserlerinde edebe
önemli vurgular yapar. Nitekim Mesnevi’sinde şöyle der: “Ey Müslüman! Edep
nedir? dersen bil ki edep, edepsizlerin her işine ve kabalıklarına
tahammüldür.” Lokman Hekim de: “Edebi edepsizden öğrendim.” demiştir. Bir şair
bu konuda şunları söyler:
Şayet
rastlamasaydık bizler edebsizlere
Affetmenin
zevkini kim verirdi bizlere.
Mevlana’ya
göre kulun edebe riayeti Hakk’ın lütfuna erişme sebebidir. Nitekim o der ki:
Dileyelim
Hazret-i Hakk’tan tevfîk-ı âdâb
Bî-edebi
lütfundan mahrum bırakır Rabb. (Mesnevî, I, b. 78)
Edeb ilahî
lütfa mazhar olmaya vesile olduğu gibi, edepsizlik de umumi belaya yol açar.
Bir geldi mi kurunun yanında yaşı da yakar; toplumu helak eder. Nitekim Allah
Teala Kur’an’da buyurur: “İçinizden sadece zalimlere münhasır kalmayan fitneden
sakının. Bilmiş olun ki Allah’ın azabı çetindir.” (Enfâl, 25.) Hz. Mevlana bu
konuyu şöyle ifade eder:
Bî-edeb
sâdece kendisine vermez zarar
Fitne
ateşi parlayınca âfâkı sarar. (Mesnevî, I, b. 79.)
Mevlana
Mesnevi’sinin müteakip beyitlerinde sınır tanımayan, haddi aşan, densiz ve
edepsiz insanların koskoca bir toplumun ilahî lütuf ve ihsandan mahrum
kalmasına sebep olduğunu, İsrailoğulları’nın Musa (a.s.)’ya karşı
densizlikleriyle, anlatır. Kur’an’ın beyanına göre Mısır’dan çıkan
İsrailoğulları Kızıldeniz’den Sina’ya selametle geçip giderken Tîh sahrasında
hazır sofra ile ikramlanırlardı. Sofrada bıldırcın eti ve kudret helvası
bulunurdu. Yahudiler, tatlısı ve tuzlusu ile bu gıdalarla beslenirdi. Allah
onları bulutla gölgelendirip bu azıklarla nimetlendirirdi. Ancak Musa’nın
kavminin içinden çıkan birkaç kendini bilmez edep yoksunu: “Hani bize sarımsak,
hani mercimek, hani soğan? Biz öyle bir çeşit yemeğe dayanamayız.” (Bkz.
Bakara, 61.) demeye başladılar. Bu edepsizlik yüzünden hazır sofra, bıldırcın
eti ve kudret helvası kesiliverdi.
İsrailoğulları’nın
densizlikleri bununla da sınırlı kalmamıştı. Musa (a.s.)’nın Tur-i Sina’da
Allah ile mülakatı sırasında buzağıya tapacak kadar sapıtanlar olmuştu. Hz.
Musa onların bu taşkınlık ve şaşkınlıklarından bunalmış ve: “İçimizden birtakım
beyinsizlerin işledikleri günahlar yüzünden bizi de helak eder misin Allah’ım?
Bu iş Sen’in imtihanından başka bir şey değildir.” (A’râf, 155.) deyivermişti.
Hazır
sofra bir de İsa (a.s.) zamanında inmişti. Nitekim Kur’an bunu şöyle anlatır:
“Meryem oğlu İsa dedi ki: Ey Rabbımız, bize gökten bir sofra indir de bu bizim
evvelkilerimize ve sonrakilerimize bayram ve bize Sen’den bir mucize olsun.”
(Mâide, 114.)
Hayatı
anlamlı kılan şey, insanın duyarlılığıdır. Hayatı kalp uyanıklığı ve gönül
diriliği ile yaşamak ve nimetlerin farkında olarak şükran-ı nimette bulunmaktır.
İnsanların
başına gam ve keder olarak gelen her şey kayıtsızlık ve küstahlıkları ile edebe
riayetsizlikte haddi aşmalarındandır. Hele dost yolunda; Hakk’a kullukta
kayıtsızlık eden, sadece kendisinin değil, başkalarının da yolunu vurmuş olur.
İlahi emir ve yasakları önemsemeyen laübali insanlar başkaları için kötü model
olur ve onların da yolunu keserler.
Varlık
âleminde insan ve şeytandan başka her şey, edebe riayet etmekte ve kâinatın
düzeni bu sayede devam etmektedir. Nitekim gök cisimleri edebe riayetleri
sebebiyle aydınlık, melekler de edepleri sebebiyle masum ve temizdirler. (bkz.
Mesnevî, I, b. 91-92.)
Mevlana’nın
edebi edibane bir surette anlattığı bir diğer eseri Divanı’dır. O orada bakınız
neler söylüyor:
Efendi
edeb, tendeki cânıdır insanın,
Hoca
haberin olsun edeb, gönül nûru merdânın.
Ulvî
âlemdir süflî değil, insanın aslı,
Feleğin
dönüşünde güzellik edeb faslı.
Şeytanın
başına koymak diler isen kadem,
Edebe
sarıl, nasıl kahrolur iblis o dem.
Yeryüzünde
ilk edepsizliği yapan iblisti. Hem de bu edepsizliği benlik iddiasıyla
yapmıştı. “Âdem’e secde edin” ilahî emrine karşı: “Onu çamurdan, beni ateşten
yarattın” diyerek edepsizlikle secde etmekten imtina etmişti. Yaptığı
edepsizlik sonrası hak ettiği ilahî huzurdan kovulma cezasına çarptırıldığında
ise bir edepsizlik örneği daha sergileyerek demişti ki: “Beni kendisi sebebiyle
azdırışından dolayı ben Sen’in sırat-ı müstakimin üzerinde oturup onların
yollarını keseceğim.” (A’raf, 11-16.) Böylece kendi azgınlığını bile Allah’a
isnat küstahlığını göstermişti.
Âdem olmaz
adı asla edepsiz insanın,
Edeptir
farkı, çünki insan ile hayvanın.
Gerçekten
insanı insan yapan, imanın muktezası olan edep ve hayâdır. Hayâdan ve edepten
nasibi olmayan insanın yolun üstüne pisleyen köpekten ne farkı olabilir ki?
Cennette yasak meyveyi yiyerek günaha giren Âdem ve Havva ise edep gözeterek
Allah’a şöyle iltica etmişlerdi: “Ey Rabbimiz, biz kendi kendimize yazık ettik.
Sen bize acımaz ve bizi bağışlamazsan hüsrâna uğrayanlardan oluruz.” (A’raf,
23.)
Aç gözünü
öyle bak Kur’an’a ayet ayet,
Manası
edeptir; görürsün sen de nihayet.
Sordum
akıldan söyle bakalım nedir iman?
Akıl gönül
kulağıma “edep” dedi heman.
Sen sırr-ı
ilahisin; sus ey Şems-i Tebrizi,
Edeptir
aydınlatan gündüz ile gecemizi. (Tâhiru’l-Mevlevî, Şerh-i Mesnevî, c. I, s.
114-115.)
İnsanı
melek-sıfat eyleyen, erdem ve ahlak sahibi olmasını sağlayan edep, sanatın
ahenk ve kıvrımları gibi, gönle ve göze hitap eden bir güzellikler
manzumesidir. Dinî edebin kaynağı imandır; çünkü iman şeriatı, şeriat da edebi
gerektirir.
Tasavvufi
telakkide insanlara örnek olmanın yolu, gani gönüllü olmaktan geçer. İnsan
iyilik ve ihsanda bulunduğunun emiri, çekişip kavga ettiğinin ise esiri olur.
Ehl-i
irfan meclisinde edep, kurallara uymayı; resmî olmayı gerektirir. Ancak sevgi
ve dostluk tam olduğunda dostlar arasında protokol anlamında “edebin terk
edilmesi de edepten” sayılmıştır.
İnsan,
edebinde Hakk’a ait bulunan ile halka ait olanları bilmek, kula ait olanı kula,
Hakk’a ait bulunanı Hakk’a nispet etmek durumundadır. Edep, elif, dal ve ba
harflerinden oluşmaktadır. “Elif eline, dal diline, ba ise beline sahip ol!”
demektir.
Tasavvufi
edepte bütün organların uyacağı edebler, makam ve meclise göre uygulanacak
usuller vardır. Nitekim tasavvufi edepte içeri girip çıkarken kapı sert açılıp
kapatılmaz. Hatta kapı kapanmaz; çevrilir veya örtülür ya da sırlanır.
Ayakkabıların burunları kıbleye yönelik olarak konulur. Uyandırılmak istenen
dürtülerek değil, yastığına hafifçe dokunularak: “Agâh olun!” diye uyarılır ki
uyuyan telaşla korkmasın. Yemek yerken ağız şapırdatılmaz, su içerken ses
çıkarılmaz, kahve ve çay içerken höpürdetilmez. Çay karıştırılırken çıngırak
sesi gibi ses çıkarılmaz. Bardak, tabak ve çanak gibi şeyler yere konurken ve
alınırken yumuşak bir hareketle alınır ve konulur.
Gülmek
kahkaha değil, tebessümdü. İnsana hizmet eden eşyalar insan gibi muazzez ve
değerli sayılırdı. Cansız varlıklara bile canlı muamelesi yapılırdı. Ses ve
gürültü ile çevreyi rahatsız etmek insanları taciz demekti. Onları tefekkür,
düşünce ve ibadetinden alıkoyan hoyrat davranışlar olarak görülürdü.
Tasavvuftaki
edep çizgisi aslında takva duygusu ile ihsan şuurunun bir tezahürüdür. Bu
çizgiyi koruyan insanların, ekoloji ve çevre açısından çok önemli bir fonksiyon
icra ettikleri muhakkaktır. Konuşurken sesini alçaltmayı bile edep sayan insan,
arabasının sesiyle, radyo ve televizyon gibi aletlerin gürültüsüyle çevreyi
taciz edemez. Çünkü cansızlara bile canlı gözüyle bakan hiçbir canlıyı
incitemez. Aslolan da incinmemek ve incitmemekse eğer, edep sahibi incitmeyen
ve incinmeyen insan sayılır.
0 comments :
Yorum Gönder