Kur’ân-ı Kerîm (18/60-82) Hz. Musa’ya dair İncil ve Tevrat’ta
bulunmayan müstesna bir kıssayı bize haber vermektedir. Bu kıssa Hz. Musa’nın,
“yeşil birisi” anlamına gelen Hızır ismindeki esrarlı zat ile yolculuğunu
anlatmaktadır. Kıssaya göre, Allah Hızır’a rahmet ve ilm-i ledün vermiştir. Bu
kıssaya benzeyen bir Hristiyan (Melek ve Keşiş) hikâyesi ile dördüncü yüzyıl
hahamlarından Yehoşua ben Levi’ye, Eliya’nın benzer bir yolculukta rehberlik
yaptığı başka bir paralel Yahudi hikâyesi vardır ve tüm bunlar, Hızır ile Musa
kıssasının önemini vurgulamaktadır. Hızır ile Musa kıssası ve bu iki hikâye,
Allah’ın işlerinin nasıl yürüdüğünü ne şekilde bilebileceğimiz; insanın acı
çekmesini, kötülük problemini ve usta-çırak ilişkisini nasıl anlamamız
gerektiği hakkında sorular sormaktadır.
Hızır ile Musa kıssası ayetlerle beraber bir hadiste geçmektedir
ve bu hadis, bu hadiseye dair bize daha fazla bilgi aktarmaktadır:
Bir gün Musa (a.s.), Yuşa (a.s.) ile birlikte, asırlar sürse de
“iki denizin buluştuğu yer”i aramaya ahdederek yola çıkar. Peygamber (s.a.v.),
Musa’nın kendisini yeryüzünün en arif kişisi olarak görmesiyle işlediği zelle
neticesinde Allah Teâlâ Musa (a.s.)’a Hızır (a.s.)’ı bahsi geçen kesişme
noktasında aramaya yönlendirildiğini söyler. Seyahat ederken Musa (a.s.) ve
Yuşa (a.s.) bir kayanın üzerinde dinlenirler. Yemek üzere yanlarına aldıkları
balık aniden sepetten kayar ve denizde yüzerek uzaklaşır ve bunu Musa (a.s.)
değil sadece Yuşa (a.s.) görür. Gece çökmeye başladığında Musa (a.s.) Yuşa
(a.s.)’a, “Yanımızda getirdiğimiz balığı yiyelim artık.” der. Yuşa (a.s.),
“Gördün mü, dedi, Onu sana söylemeyi bana unutturan, şeytandan başkası
değildir. O kayanın yanında konakladığımız zaman, balık, şaşılacak bir şekilde
denizde yolunu tutup gitmişti.” der. Mûsâ (a.s.), “İşte aradığımız bu idi.”
der. Hemen izleri üzerine geri dönerler.
Musa (a.s.) kayaya yaklaştığında, orada Allah’ın kendisine
dolaysız olarak rahmet ve ilm-i ledün verdiği nezih ve şerefli kullarından
birini gördü. Musa (a.s.), Hızır (a.s.)’a “Rehberliğinden istifade edebileyim
diye seninle yolculuk yapabilir miyim?” diye sordu. Hızır (a.s.), “Kendi idrak
ve kavrayışının ötesinde olanı anlamayı nasıl ümit edebilirsin? Şayet beni
takip edersen, ben sana izin verene kadar soru sormayacağına dair söz
vermelisin.” diye cevapladı. Musa (a.s.), “Allah’ın izniyle kendimi tutacağım
ve sana itaat edeceğim.” dedi. Böylelikle Hızır (a.s.) ve Musa (a.s.) yola
çıktılar ve Hızır (a.s.)’ın arkadaşları gibi görünen kendilerini selamlayan bir
grup denizciye rastladılar. Hızır (a.s.) ve Musa (a.s.) onların gemisine binmiş
giderken Musa, Hızır (a.s.)’ın geminin gövdesinde bir delik açtığını fark etti.
Musa (a.s.) haykırdı, “Bu ne kadar kötü bir iştir! Masum insanları boğmaya mı çalışıyorsun?”
Ve Hızır (a.s.), Musa (a.s.)’a “Benim yapacaklarıma tahammül edemeyeceğini sana
ihtar etmiştim.” dedi. Musa, “Düşündüklerimi ifade ettiğim için lütfen beni
bağışla ve bunu bana hatırlatarak beni zora sokma.” diye cevap verdi. Ardından
yolculuklarına devam ettiler ve Hızır (a.s.) oyun oynayan birkaç çocuk gördü.
Onlara doğru yürüyüp içlerinden birini öldürdü. Musa (a.s), “Bu yaptığın çok
büyük bir kötülük! Neden masum bir çocuğu öldürdün?” diye Hızır (a.s.)’a itiraz
etti. Hızır (a.s.), tekrar Musa (a.s.)’a kendisi müsaade edene kadar soru
sormamaya söz verdiğini hatırlattı. Bu sefer Musa (a.s.), “Eğer bir daha
konuşursam ve sen benimle yolculuk yapmak istemezsen, sana hak vereceğim.”
dedi. Yollarına devam ettiler ve kendilerine ne içecek ne de yiyecek teklif
edecek kimsenin çıkmadığı bir köye vardılar. Köyün çıkışında bir yıkıntının
kıyısında köhne bir duvar gördüler. Hızır (a.s.) çabucak duvarı tamir etti.
Musa (a.s.), “Ne yapıyorsun? Yaptığın iş için bir ücret hak ediyorsun.” dedi.
Hızır (a.s.), “Bu seninle benim ayrılma zamanımız, fakat
gitmeden önce, senin sabırsızlığından dolayı tahammül edemediğin hadiselerin
içyüzünü anlatacağım.” dedi. Gemi hadisesinde, o insanlar nehir üzerinde
ticaretle uğraşan fakirlerdi. Arkalarından iyi durumda olan bütün gemileri
savaşta kullanmak üzere el koyan kötü bir hükümdar geliyordu. Ben hafif bir
zarar vererek, geminin onlarda kalmasını istedim. Oğlanın durumunda,
ebeveynleri mümin kişilerdi ve çocuk büyüdüğünde zalim, kibirli ve isyankâr
olacaktı. Rabbin onun ebeveynlerinin inancını bozacağından korktuğu için, onu
safiyette ve merhamette daha iyi bir evlatla değiştirmeye karar verdi. Duvara
gelince, sâlih bir adam tarafından o duvarın altına iki yetim çocuğunun eline
geçmesi için gömülmüş bir hazine vardı. Rabbin onların hazinelerini almak için
yeterince büyüyüp güçlenmelerini diledi; ve bu Rabbin’den bir rahmettir.
Bunlardan hiçbirini kendi hesabıma yapmadım. İşte bu senin sabırsızlıktan
tahammül edemediğin hadiselerin tevilidir.” (Kehf suresi, 18:60-82)
Sokratik geleneğin zıddına bu kıssada sorgulama sadece hocanın
izin verdiği zaman ile sınırlanmıştır. Akademik geleneğin aksine bu kıssa
bilginin sadece tecrübe ve fiil ile geleceğini, akli bir araştırma veya
kavramlardan gelmeyeceğini ileri sürmektedir. Bu kıssa, biz insanoğlunun acıyı
ve kötülüğü anlamakta hataya düştüğünü anlatmaktadır. Bu bakımdan kendi adalet
idrakimizle, iyi ve adil bir Tanrı’nın acı çekmeye ve kötülüğe nasıl izin
verdiği hakkındaki sorgulamalarımıza meydan okuyarak hadiselerdeki gizli merhameti
fark etmede eksik olduğumuzu söylemektedir. Musa peygamberin soru sormayı
bıraksaydı ne öğrenebileceğini bilmiyoruz. Kıssanın dolaylı olarak anlattığı,
Musa peygamberin sormayı bıraksaydı daha fazla öğrenebileceğiydi. Ama yine de
Musa peygamber ve biz okuyucular Hızır’ın açıklamalarıyla teodise hakkında,
kelimenin tam anlamıyla “Allah’ın adaleti” hakkında dersler alıyoruz.
Teodisenin sorusu şöyledir: Neden kötü şeyler iyi insanların başına
gelmektedir? Aslında Musa peygamber bu “kötü şeylerin” çok da kötü
olmadıklarını öğrenmektedir. Bu bizim birçoğumuz için zor bir derstir, fakat
bir hikâye aracılığıyla teodiseye dair bileceklerimiz felsefi diskur içinde
kolayca açıklanamayacak şekildedir. Bu kıssa teodisenin nasıl işlediğini ispat
etmektedir. Kavga, adaletsizlik ve şiddetin mütebariz olduğu bir dünyada bu
önemli bir bilgidir.
Bu kıssada nakledilen başka ilim türü – ve bir bilgi aracı –
sufilerin yakından bildikleri bir şeydir: ıstılâhâtü’s-sûfiyyede irade diye
ifade edilen mürşid-mürid ilişkisidir. Sufiler bu kıssada Musa peygamberi bir
derviş, mürid olarak görürler. İrade kelimesi lafzen “istek”, “istenç”, “dilek”
gibi anlamlara sahiptir ve mürid-mürşid ilişkisini tasvir etmekte kullanılır.
Mürid, murad (mürşid) ve irade kelimelerinin hepsi Arapça aynı kökten
gelmektedir: r-a-d. Mürid, mürşidi veya muradı ile ilişkiye talip olan kişidir
ve mürşid ilmin nakili, manevi yolun örneği ve tecessümüdür.
Hazreti Mevlânâ’nın ifade ettiği üzere, “Yola rehbersiz çıkan
iki günlük yolculuğu iki yüz yılda alır”.1 Halvette bile halvete giren kişi
ilmi, nasihati ve talimi bir mürşitten alır. Kitaplar, mesajlar ve yol her
zaman bir insan vasıtasıyla, hususen resul ve nebiler ve hatta alimler ve
mürşitler aracılığıyla gelir. Bu olgun ve tam insanların, yani insan-ı
kâmillerin yaşayan örnekleriyle dini, maneviyatı ve ahlakı – özellikle de bu
ideallerin nasıl amele dönüştürüleceğini – biliriz. Rabıta denilen Mürit ve
Mürşit arasındaki hususi bağ ile tasavvufun yaşanmış gerçekliğini görebilir,
tarikatın makam ve hâllerini tahkik edebiliriz. Rabıta sayesinde en saf ve en
ulu maneviyatla ahenk içinde olunur ve manevi ilimlere erilir. Bu doğrudan
intikalin aracı sohbettir.2
Hızır ile Musa kıssasında öğretme faaliyeti kelimelerle değil
fiillerle, bir hocanın huzurunda ve bir hocayla ilişki içinde olmakla tesis
edilmiştir. Bu rabıta, bu ilişki mürit ile mürşit arasındaki bağ ile meydana
gelen öğretici hadiseyi ve ilmin intikalini mümkün kılmaktadır. Musa
peygamberin öğrendiği ölçüde, bilginin anlaşılabileceği ve hatırda
tutulabilmesi sadece bu ilişkiye dayanan bağlamdan olmaktadır. Öğrenme ise bu
ilişkiye ve hocaya güvenle mümkündür. Llewellyn Vaughn-Lee’nin ifade ettiği
üzere irade “doğrudan intikal” denilen şeyi kapsamaktadır:
İki denizin kavuştuğu yer manevi yolcuğun mahalidir; “ölü
balığın canlandığı”, manevi öğretilerin yolcuyu besleyen, yaşayan bir cevhere
dönüştüğü yerdir. Rehberimizle tanıştığımızda, yolumuzla tanıştığımızda bizde
olan şey kalbimizde ve ruhumuzdaki bir şeylerin canlanmasıdır; biz manevi
metinlerden veya öğretilerden değil, bunların doğrudan intikaliyle besleniriz.
Manevi yolculuk bu manevi cevher ile yaşama, bunun ateşi ile yanma, bunun
aşkıyla pişme yoludur. 3
İrade ilkesi “arada yaşama” olarak hayatın diyalojik tabiatını,
Martin Buber’in tabiriyle “Sen-Ben” ilişkisinin arasında yaşamayı aksettirmektedir.
Kur’an’ın buyurduğu üzere, Allah her şeyi çift olarak yaratmıştır. Her şey
birbiri üzerine dayanan bir ilişki üzerinedir ve birbirine bağlıdır. Benzer bir
şekilde, hayatın gerçekliği Allah’ın her şeyi onunla dokuduğu ilahi rahmettir.
Öğretme, bilgi olarak rehberliğin sonucunda gelir ve rehberlik
sadece irade bağlamında verilebilir. Bu tür bir ilişki de, ya mürşit ile ya da
Allah ile veya her ikisine birlikte bağlanmayı gerektirir. Bir mürşit ve
müfessir olan Kuşeyrî bunu şöyle ifade etmektedir.
Musa, ona [Hızır’a] “öğretildiğin ilimden bana bir rüşt öğretmen şartıyla sana ittiba edebilir miyim?” dedi (Kehf suresi, 18:66).
Musa, ona [Hızır’a] “öğretildiğin ilimden bana bir rüşt öğretmen şartıyla sana ittiba edebilir miyim?” dedi (Kehf suresi, 18:66).
Hz. Musa, izin isteme yolunu izleyerek hitapta nazik
davranmıştır. Sonra arkadaşlığa dönük niyetini şu sözüyle açıklamıştır: “Sana öğretilen
rüşdden bana öğretesin diye.”4
Kuşeyrî’nin dikkat çektiği ilim, mürşit ve mürit arasındaki
sohbetten (yoldaşlık) zuhur eder. Başka bir mürşit ve müfessir Ruzbihan Baklî
ise sohbetin imtihanı ile Musa peygamberin hakikate erişmesi anlatılmaktadır ve
bu bakımdan dervişler için Hz. Musa bir üsve (model) olmaktadır.
Allah, Musa’yı, Hızır (a.s.) ile yolculukta bu yolu (tariki)
doğrultmak, meşayihe ittiba etmede müridan ve tarikat şeyhlerine hizmet eden
talipler için bir üsve (model) olacak bir sünnet tesis etmek için imtihan etti.
Başka bir veli ve müfessir Kâşânî, sohbetin sözlü bir intikal
değil, manevi hâllerden birisi olduğunu söylemektedir: “Bütün mükâlemeler
(diyaloglar) manevi bir hâl dilindedir.” Başka bir ifadeyle, en yüksek ilim
kavramlardan değil manevi hâllerden gelmektedir.
İrade kendisinde ilim kazanılan bir çıraklık ve hususi bir
ilişkidir. Sen-Ben hassasiyetinde ve çerçevesinde devam eden bir rabıtadır.
Tasavvufi gelenekte ilim özellikle kitaplardan veya tefekkürden değil,
mürit-mürşit ilişkisinde hasat edilir. Mürşid Hz. Peygamber’in sünnetini bilir
ve tatbik eder, bununla kendisini takip edenlere örnek olur. Bu bakımdan yüz
yüze oturabildiğin yaşayan bir insanla olan bu dostluk temelli ilişki, Hz.
Peygamber ile aynı türden bir ilişki içinde yaşamaya bir imkân sağlar. Mürşit
ile aradaki bağ, kişiyi bir anlamda Allah’a bağlar. E. M. Forster’ın Howards
End isimli eserinde dediği şekilde “Sadece bağlan” sözü bunun nasıl işlediğini
göstermektedir. Tasavvufi gelenekte ilim, bir insana bağlanmaktan gelmektedir.
0 comments :
Yorum Gönder