Seyyid
Abdülhakîm Arvâsî buyuruyor ki:“Vâridât-ı ilâhiyyenin hepsi, âdet-i ilâhiyye
içinde hâsıl olmaktadır. Yâni, Allah, her şeyi bir sebeb altında yaratmaktadır.
Bu sebeplere, iş yapabilecek tesir, kuvvet vermiştir. Bu kuvvetlere, tabiat
kuvvetleri, fizik, kimyâ ve biyoloji yasaları diyoruz. Bir iş yapmamız ve bir
şeyi elde etmemiz için, bu işin sebeplerine yapışmamız lâzımdır. Meselâ, buğday
hâsıl olması için, tarlayı sürmek, ekmek, ekini biçmek lâzımdır. İnsanların
bütün hareketleri, işleri, Allah’ın bu âdeti içinde meydana gelmektedir. Allah
sevdiği insanlara, iyilik, ikrâm olmak için ve azılı düşmanlarını aldatmak
için, bunlara, âdetini bozarak, sebepsiz şeyler yaratıyor. Meselâ:
Peygamberlerden âdet-i ilâhiyye dışında ve kudret-i ilâhiyye içinde meydâna
gelen şeylere „mûcize“ denir. Peygamberlerin ümmetlerinin evliyâsında âdet dışı
meydana gelen şeylere „kerâmet“ denir. İbn-i Âbidîn mürtedleri anlatırken diyor
ki: „Mu’tezile ve Vehhâbîler, kerâmete inanmadılar. İmâmü’l-Haremeyn ve İmâm-ı
Ömer Nesefî ve birçok âlimler (rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmaîn), kerâmetin
câiz olduğunu isbât etmişlerdir.“ Evliyânın kerâmet göstermeleri lâzım
değildir. Ümmet arasında, velî olmayanlardan meydana gelen âdet dışı şeylere
„firâset“ denir.Fâsıklardan, günâhı çok olanlardan zuhûr ederse“İstidrâc“ denir
ki, derece derece, kıymetini indirmek demektir. Kafirlerden zuhûr edenlere ise
„sihr“ yâni „büyü“ denir.
MÛCİZE :
Allah’ın, peygamberlerine, peygamberliklerini isbât etmeleri için ihsân ettiği ve
onların isteği ile yarattığı hârikulâde yâni âdet dışı, olağanüstü hâllere ise
mûcize denilir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bir şeyin mûcize sayılabilmesi için
şu şartların gerekli olduğunu beyân buyurmuştur: Allah, o şeyi mutâd, alışılmış
sebepler dışında yaratmış olmalıdır. Harikulâde, olağanüstü olmalıdır. Nebi
olduğunu söyleyen kimsenin istediği zaman hâsıl olmalıdır. Peygamberlerin
isteklerine uygun olmalıdır. İsteyip de hâsıl olan mûcize kendisini
yalanlamamalıdır. Mûcize, Nebi olduğunu söylemeden önce hâsıl olmamalıdır. Bir
peygamberin ümmetinden meydana gelen hârikulâde hâller, (aslında) o peygamberin
mûcizesidir. Ahmed Fârûkî Serhendî’nin ifâde ettiğine göre: Allah, her
peygambere kendi zamanlarında önemli kabûl edilen hususlarla ilgili mûcize ihsân
etmiştir. Mûsâ aleyhisselâm zamânında sihirbazlık yaygındı. Allah Mûsâ
aleyhisselâma asâ mûcizesini ihsân etti. Mûsâ aleyhisselâmın asâsı, büyük yılan
olup sihirbazların sihir âletlerini yuttu. Böylece sihirbazlar, bunun insan
gücünün üstünde olduğunu anlayarak hemen îmân ettiler. Îsâ aleyhisselâmın
zamânında tıb ileri gitmişti. Tabîbler başarılarıyla öğünürlerdi. Allah, Îsâ
aleyhisselâma ölüleri diriltme, anadan kör doğanların gözlerinin açılması gibi
mûcizeleri ihsân etti. Tabîbler âciz kaldılar. Sevgili Peygamberimiz Muhammed
aleyhisselâm zamânında ise; Arabistan Yarımadasında şâirlik ve belâgat sanatı
en yüksek dereceye ulaşmıştı. Şâirler yazıp okudukları şiirlerle birbirlerine
öğünürlerdi. Bu şekilde öğünmek sadece şâirde değil, mensûb olduğu kabîle için
de bir öğünme vesîlesi idi. Allah, Rasûlullah efendimize en büyük mûcize olarak
Kur’ân-ı kerîmi gönderdi. Kur’ân-ı kerîmin îcâzı, eşsizliği karşısında şâirler
âciz kaldılar. Bir kısmı Allah kelâmı olduğunu inkâr edip, kâfir olarak
öldüler. Bir kısmı ise, Allah kelâmı olduğunu anlayarak müslüman oldular. Büyük
âlim Abdülganî Nablüsî’nin de belirttiği gibi, Allah’ın âdetinin ve
kânunlarının dışında yarattığı mûcizelerin meydana gelmesi için, peygamberlerin
aleyhimüsselâm diri olması şart değildir. Öldükten sonra da, Allah onlara
mûcize ihsân eder. Harputlu İshâk Efendinin dediği gibi, Resûlullah’ın,
sallallahü aleyhi ve sellem mûcizeleri binden fazla olup, bâzıları şunlardır:
Mîrâc mûcizesi, Şakk-ı kamer mûcizesi (ayın ikiye bölünmesi), mübârek parmaklarından
su fışkırma mûcizesi, Kâbe-i muazzama içindeki putların, mübârek parmağının
işâreti ile yüz üstü düşmesi mûcizesi, ölülerin diriltilmesi mûcizesi,
yaralılara ve hastalara şifâ verme mûcizesi. İRHAS : Nebi olacak bir zâttan,
nebi olduğu bildirilmeden önce meydana gelen ve peygamberliğine müjde olan âdet
dışı yâni hârikulâde (olağanüstü) hâllere, işlere irhâs denir. Îsâ
aleyhisselâmın beşikte konuşması, kuru ağaçtan tâze hurma isteyince, eline
hurma gelmesi, Muhammed aleyhisselâmın, çocuk iken, göğsünün yarılması,
ağaçların, taşların kendisine selâm vermeleri gibi hâlleri hep irhâstı (çoğulu
irhâsâttır).
KERÂMET :
Hangi peygamberin ümmetinden olursa olsun, velîlerden âdet dışı yâni fizik,
kimyâ ve fizyoloji kânunları dışında meydana gelen şeyler, hâdiseler,
üstünlükler kerâmet diye isimlendirilir. Allâme Ahmed Hamevî’nin dediği gibi,
Allah, sevdiği kullarına kerâmetler ihsân eder. Velîler, kerâmetlerini
saklarlar. Kimsenin duymasını istemezler. İmâm-ı Rabbânî; „Kerâmet haktır.
Şirkten yâni Allah’a ortak koşmaktan, kaçıp kurtulmak, mârifete kavuşmak,
kendini yok bilmek kerâmettir.“ demektedir. Abdülganî Nablüsî ise; „Kendisine
kerâmet hâsıl olan velî, bu kerâmetin yalnız Allah’ın dileği ve kudreti ile
yaratıldığını, kendi dileğinin ve kudretinin hiç bir tesiri olmadığını
bilmektedir.“ demiştir.
KEŞF :
Lügatte açmak, gizli bir şeyi bulmak, ortaya çıkarmak, kapalı şeyin yüzünden
örtüyü kaldırmak mânâlarına gelen keşf kelimesi, evliyânın, his ve akılla
anlaşılmayan şeyleri, kalplerine gelen ilhâm yoluyla bilmeleri demektir.
Abdülganî Nablüsî, evliyâya hâsıl olan keşiflerin ve herkesin gördüğü
rüyâların, bir şeyin misâlinin, benzerinin hayâl aynasında görünmesi olduğunu,
uykuda iken olursa, rüyâ dendiğini, uyanık iken olunca keşf olarak
isimlendirildiğini ifâde etmiş, hayâl aynası ne kadar çok saf, temiz ise, keşf
ve rüyânın o kadar doğru ve güvenilir olacağını belirtmiştir. İmâm-ı Rabbânî,
evliyânın keşfinde hatâ etmesi, yanılmasının, müctehidlerin ictihâdda yanılması
gibi olduğunu, bunun kusûr sayılmayacağını, bundan dolayı evliyâya dil
uzatılamayacağını, belki hatâ edene de bir sevâb verileceğini belirtmiş, bundan
sonra şöyle demiştir: „Yalnız şu kadar fark vardır ki, müctehidlere (dinde söz
sâhibi âlimlere) uyanlara da, onların mezheplerinde bulunanlara da, hatâlı
işlere de sevâb verilir. Evliyânın yanlış keşiflerine uyanlara, sevâb verilmez.
Çünkü ilhâm ve keşif, ancak sâhibi için seneddir, başkalarına sened olmaz.
Müctehidin sözü ise mezhebinde bulunan herkes için seneddir. Tasavvuf
büyüklerinin kalplerine gelen ilhamlar, keşifler, ahkâm-ı şer’iyye için sened
ve vesîka olamaz. Keşiflerin, ilhâmların doğru olup olmadığı, şerîate
(İslâmiyete) uygun olup olmamaları ile anlaşılır. Tasavvufun, vilâyetin yüksek
tabakalarında bulunan evliyâ da, ilmi olmayan, aşağı derecelerdeki müslümanlar
gibi, bir müctehide tâbi olmak mecbûriyetindedir. Bayezîd-i Bistamî, Cüneyd-i
Bağdâdî, Celâleddîn-i Rûmî ve Muhyiddîn ibni Arabî gibi evliyâ, herkes gibi,
bir mezhebe tâbi olarak yükselmişlerdir. Ahkâm-ı İslâmiyyeye yapışmak, bir ağaç
dikmek gibidir. Evliyâya hâsıl olan ilimler, mârifetler, keşifler, tecellîler,
aşk-ı ilâhî ve muhabbet-i zâtiyye, bu ağacın meyveleri gibidir. Evet, ağaç
dikmekten maksad, meyve elde etmektir. Fakat, meyve kazanmak için ağaç dikmek
şarttır. Yâni, îmân olmazsa ve ahkâm-ı şer’iyye yapılmazsa, tasavvuf ve
evliyâlık hâsıl olamaz.
FÎRASET :
Sözlükte görüş, zan ve idrâkta (anlamakta), tecrübe ve delîller vâsıtasıyla
dikkatle bakıp isâbet etmek mânâsına gelen firâset bir terim olarak
peygamberlerin ümmetleri arasında, evliyâ olmayan kimselerden meydâna gelen
âdet hârici şeyler, dıştan içi anlama, yüzünden okuma demektir. İmâm-ı Tirmizî
ve İmâm-ı Taberânî’nin (r.aleyhimâ) kitaplarında geçen bir hadîs-i şerîfte;
„Müminin firâsetinden korkunuz. Zîrâ o, Allah’ın nûru ile bakar.“ buyrulmuştur.
HâceAbdullah Ensârî’nin beyânına göre, firâset iki türlüdür. Birincisi, mârifet
sâhiplerinin (Allah’ı tanıyanların) firâseti olup, talebenin kâbiliyetini keşf
etmek, anlamak, Allah’ın evliyâsını tanımaktır. İkincisi, riyâzet (nefsin
istediklerini yapmamak) çeken, açlıkla nefislerini parlatanların firâseti olup,
mahlûklara âit gizli şeyleri bilmektir. Kıymetli olan, mârifet sâhiplerinin,
Allah adamlarının firâsetine inanıp bağlanmaktır. Şâh Şücâ Kirmânî harama
bakmaktan gözünü muhâfaza edenin, kendini nefsin arzularına kapılmaktan
koruyanın, sünnete uyarak zâhirini, dışını süsleyenin, helâl lokma yemeyi
alışkanlık edinenin firâseti şaşmaz demiştir. İmâm-ı Rabbânî, firâset, sâlih
kimseleri temiz ve teşhis etmek, bulup ayırmaktır demiş; Seyyid Abdülhakîm
Arvâsî ise, firâsetin, îmân kuvvetinden doğduğunu kimin îmânı daha kuvvetli ise
firâsetinin o nisbette keskin, şiddetli, isâbetli ve doğru olduğunu
belirtmiştir
BASÎRET :
Eşyânın hakîkatini, iç yüzünü gören, anlayan kalp gözüne basîret dendiği gibi,
kalp gözü ile görme, anlama ve firâset de basîret diye isimlendirilir. İmâm-ı
Kuşeyrî; „Allah, müminlere bir takım basîretler ve nûrlar lutfeylemiştir
(vermiştir). Onlar bu sâyede firâsette bulunurlar. Rasûlullah efendimizin;
„Mümin, Allah’ın nûru ile nazar eder.“ hadîs-i şerîfi bu mânâda anlaşılmalıdır“
demiştir. Deylemî’nin zikrettiği bir hadîs-i şerîfte; „Gözü âmâ (görmeyen)
kimse kör değildir. Asıl âmâ, basîreti kör olan kişidir.“ buyrulmuştur. Cenâb-ı
Hak Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki: „Biz (dünyâyı isteyenlerin de,
âhireti isteyenlerin de) her birine, kısmet ettiğimiz rızkı veririz. Bu
Rabbinin atiyyelerindendir. Rabbinin atiyyesi, ihsânı, (dünyâda, mümin ve kâfir
hiç kimseden) men edilmemiştir.“ (İsrâ sûresi: 20)
KEMAL :
İyilikler, fazîletler, ahlâk ve huy güzellikleri, olgunluklar demek olan
kemâlât, nübüvvet kemâlâtı ve vilâyet kemâlâtı olmak üzere iki kısma
ayrılmaktadır: Kemâlât-ı nübüvvet: Peygamberliğe ait üstünlükler olup, çok
yüksek evliyâlık makamlarından biridir. Şeyh Şihâbüddîn-i Sühreverdî demiştir
ki: „Bir müslüman, Allah’ın ihsânı ile, İslâmiyetin hakîkatine kavuşur, İslâm-ı
hakîkî ile şereflenirse, peygamberlere tam uymakla, o büyüklere vâris olarak
kemâlât-ı nübüvvet makâmına kavuşabilir. O yüksek derecenin nîmetlerini bol bol
elde edebilir. İmâm-ı Rabbânî; „Velâyetin, velîliğin iki parçası olan tarîkat
ve hakîkat, şerîatin hakîkatini ele geçirebilmek için ve kemâlât-ı nübüvvete
kavuşabilmek için iki şart gibidir.“ demiştir. Evliyâlık makamlarından biri
olan kemâlât-ı vilâyete gelince, bu konuda İmâm-ı Rabbânî; „Kemâlât-ı nübüvet
(peygamberlik kemâlâtı), kemâlât-ı vilâyetten çok üstündür. Kemâlât-ı
vilâyetteki ilerleme, kemâlât-ı nübüvvetteki ilerlemenin bir sûreti,
görünüşüdür.“ demektedir. Şeyh Şihâbüddîn ise; „Şerîatin sûreti, kemâlât-ı
vilâyet meyvelerini meydana getiren mübârek bir ağaç olduğu gibi, nübüvvet
kemâlleri de mübârek bir ağaç gibi olan şerîatin hakîkatinin meyveleridir,
demiştir.
İSTİDRÂC :
Fâsıkların (günahkârların), bilinmeyen bâzı şeyleri haber vermeleri, âdet üstü
hârikulâde hâdiseler göstermeleridir. Allah, her şeyi bir sebeb altında
yaratmaktadır. Allah, sevdiği insanlara, iyilik ve ikrâm olmak için ve azılı
düşmanlarını aldatmak için, bunlara âdetini bozarak sebepsiz şeyler yaratıyor.
Bunlar kâfirlerden, fâsıklardan, günâhı çok olanlardan zuhûr ederse, istidrâc
denir ki, derece derece kıymetini indirmek demektir. İmâm-ı Rabbânî, „Bir
kimse, peygamberlere tâbi olmadan doğru yolda yürümek isterse, muhakkak eğri
yola sapar. Eğer eline bir şeyler geçerse, istidraçtır. Sonu zarar ve
ziyândır.“ demektedir.
SİHİR :
Tabîat kuvvetleri, fizik, kimyâ ve biyoloji kanunları dışında gizli sebepler
kullanarak, garip şeyleri yapmayı sağlayan işe, müslüman olmayanlardan ortaya
çıkan âdet dışı şeylere, büyüye sihir denir. El-Hadîkat-ün-Nediyye’de
zikredilen bir hadîs-i şerîfte, Rasûlullah efendimiz şöyle buyurmuştur:
„…Kâhinlik yapan ve kâhine giden ve sihir, büyü yapan ve yaptıran ve bunlara
inanan bizden değildir. Kur’ân-ı kerîme inanmamıştır.“ İhyâ’da geçen diğer bir
hadîs-i şerîfte ise; „Müslüman, büyü yapmaz. (Allah saklasın) îmânı gittikten
sonra, büyüsü tesir eder.“ buyrulmuştur. Abdülhakîm Arvâsî, büyünün insanları
hasta yaptığını, sevgi veya muhabbetsizliğe sebeb olduğunu, yâni cesede ve rûha
tesir ettiğini, kadın ve çocuklara tesirinin daha çok olduğunu belirtmiştir.
İmâm-ı Nevevî, sihir yaparken küfre sebeb olan kelime veya iş olursa küfürdür;
böyle kelime veya iş bulunmazsa, büyük günâhtır demiştir. İmâm-ı Rabbânî,
sihrin tesirinin kat’î olmadığını, ilâcın tesiri gibi olup, Allah’ın, isterse
yaratacağını, istemezse, hiç tesir ettirmeyeceğini ifâde etmiştir.
KEHANET :
Gaybın sır ve hallerini bilirim iddiâsında bulunmaya, kâhinliğe Kehânet denir.
Berîka’da zikredilen bir hadîs-i şerîfte; „Hased, nemîme (insanlar arasında söz
taşımak) ve kehânet sâhipleri, benden değildir.“ buyrulmuştur. İmâm-ı Rabbânî
hazretleri, kâhinlere, falcılara inanmamalı, bilinmeyen şeyleri onlara
sormamalı, onlar gaybı bilir sanmamalıdır, deyip, gaybı ancak, Allah ve O’nun
bildirdiklerinin bileceğini ifâde etmiştir.Muhammed Mâsum Fârûkî ise şöyle
demiştir: „Hakîkî mümin, batıl inançlara inanmaz, sihir, uğursuzluk, fal,
efsûn, Kur’ân-ı kerîmden başka şeyle yazılı muska, mâvi boncuk, kehanet ve
benzeri şeylere, bunların muhakkak iş yapacaklarına, mezârlara mum dikmeye, tel
ve iplik bağlamaya îtibâr etmez ve kerâmet sâhibi olduğunu söyleyen
sahtekârlara inanmaz.“
MEKR :Mekr,
bir kimseye, hiç beklemediği, ummadığı yerden hîle yapmak, tuzak kurmak
sûretiyle zarar vermeye çalışmak, istidrâc yâni Allah’ın, bir kimseye bir
müddete kadar, devamlı olarak hakkında hayırlı olmayan nîmetler verip, onun da
bunu Allah’ın bir lütfu ve ihsânı, tuttuğu yolun kendisi için iyi olduğunu
zannederek aldandığı, gururlandığı, gaflette bulunduğu, taşkınlık yaptığı ve
günahlara daha da daldığı bir sırada, Allah’ın onu âniden azâbı ile
yakalayıvermesi; Allah’ın, mekr yapanların mekrini kendilerine çevirmesi,
mekrlerine karşılık onları cezâlandırması, kötülüklerini, kurdukları tuzakları
bozması mânâlarına gelir. Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyruluyor: „Allah’ın
mekrinden emîn mi oldular? Hüsrâna uğrayanlardan (küfür yâni îmansızlık ve
günâhlar sebebi ile, ibret almamak ve tefekkürü terk etmek sûretiyle zararda
olanlardan) başkası Allah’ın mekrinden emîn olmaz.“ (A’râf sûresi: 99) Hazret-i
Ali, şükrünü yerine getirmediği halde kendisine çok dünyâlık, mal, mülk v.s.
verilen, bunların kendisi için Allah’ın mekri olduğunu bilmeyen kimsenin
aklında bozukluk vardır demiştir. Şeyhülislâm Ahmed ibni Kemâl Paşa ise şunları
söylemiştir: „İnsanın, işine göre ömrü ve rızkı değişir, iyiler kötü, kötüler
iyi olarak değiştirilebilir. Böylece Allah, birine, ölümüne yakın iyi işler
yaptırıp, son nefeste îman ile gönderir. Başka birine kötü amel işletip,
îmânsız gönderir. Bunun için, Rasûlullah efendimiz her zaman; „Allahümme yâ
Mukallib-el-kulûb, sebbit kalbî alâ dînike.“ duâsını okurdu (ki, ey büyük
Allah’ım! Kalpleri iyiden kötüye kötüden iyiye çeviren, ancak sensin. Kalbimi,
dîninde sâbit kıl, yâni dîninden döndürme, ayırma! demektir). Eshâb-ı kirâm
(r.anhüm) bunu işitince; „Ya Resûlallah! Sen de kalbinin dönmesinden, korkuyor
musun?“ dediklerinde; „Allah’ın mekrinden beni kim emin eder? (bana kim
garanti, güven verebilir?).“ buyurdu. Çünkü, hadîs-i kudsîde; „İnsanların
kalpleri, Rahmân’ın kudretindedir. Kalpleri, dilediği gibi çevirir.“
buyrulmuştur. Yâni Celâl ve Cemâl sıfatları ile, kötüye ve iyiye çevirir.
Senâullah Dehlevî, bu konuda şöyle demektedir: „Allah’dan yüz çeviren birçok
kimsenin, dünyâ nîmetleri içinde yaşadığı görülüp, mahrûm kalmadıkları zan
olunuyorsa da, bunlara dünyâ için çalışmalarının karşılığını vermektedir.
Yalnız dünyâ için çalışanlara verdiği dünyâlıklar, hakîkatte azâb ve felaket
tohumlarıdır. Allah’ın mekridir. Nitekim, Mü’minûn sûresin 55 ve 56.
âyetlerinde meâlen; „Kâfirler, mal ve çok evlâd gibi dünyâlıkları verdiğimiz
için, kendilerine iyilik mi ediyoruz, yardım mı ediyoruz sanıyorlar?
Peygamberime inanmadıkları ve dîn-i İslâmı beğenmedikleri için, onlara mükâfât
mı ediyoruz, diyorlar? Hayır öyle değildir. Aldanıyorlar. Bunların nîmet
olmayıp, musîbet olduğunu anlamıyorlar.“ buyruldu. Kalplerini, Hak teâlâdan yüz
çevirenlere verilen dünyâlıklar, hep haraplıktır, felâkettir. Şeker hastasına
verilen tatlılar, helvalar gibidir. Yine büyük âlim Senâullah Dehlevî ve
Tefsîr-i Kebîr sâhibi Fahrüddîn Râzî, Allah’ın mekri ile insanların mekrleri
arasında fark olduğunu belirtip, insanların mekrinde, başkasına kötülük ve
zarar vermek esastır. Mekr-i ilâhî böyle değildir; Allah’ın mekri, mekr
yapanların mekrini bozmak, mekrlerine karşı onları cezâlandırmak sûretiyle
herkese hayır, iyilik olduğu gibi, onlara hadlerini ve mekr yapmanın fenalığını
bildirmek ve bazılarının tövbelerine sebeb olmak bakımındandır. Bunda mekr
yapanların bizzat kendileri için de hayır ve hikmet vardır, demişlerdir. Şunu
da ifâde etmişlerdir: Allah mekr yapanların mekrine, onların beklemedikleri,
ummadıkları bir şekilde mukâbele ettiği, karşılık verdiği, bozduğu, gaflet
hâlinde iken onları ansızın yakaladığı için, Allah’ın bu fiiline mekr
denilmiştir. Yoksa Allah’a doğrudan mekr isnâd edilmez, mâkir (mekir yapan)
denilemez. İnsanların mekri ile lafız (söz) bakımından bir benzerlik vardır.
AYET :
Bir de sözlükte, alâmet, işâret, mûcize, ibret mânâsında kullanılan âyet
kelimesi vardır. Bu kelime, Allah’ın varlığını, birliğini ve kudretini gösteren
alâmet, ibret, işâret, mûcize mânâsını da ihtivâ eder. Kur’ân-ı kerîmde meâlen
şöyle buyrulmaktadır: „(Hakîkati) bilmeyenler (veya bilip de bilmez
gözükenler), ne olur, Allah bizimle (senin hak Rasûl olduğuna dâir) söyleşse,
konuşsa, yâhut (bu hususta) bize bir âyet (mûcize) gelse dediler. Onlardan
evvelkiler de, tıpkı onların söyledikleri gibi söylemişdi. Kalpleri birbirine
ne kadar da benzemiş. Bu hakîkatleri iyice bilmek isteyenlere âyetlerimizi
apaçık göstermişizdir.“ (Bekara sûresi: 118) Mü’mîn sûresinin 13. âyet-i
kerîmesinde ise, Allah meâlen şöyle buyurmuştur: „Size, (varlığına ve birliğine
delâlet eden) âyetlerini (mûcizelerini) gösteren, size gökten rızık indiren
O’dur. Bu âyetlerden, Allah’a inananlardan başkası ibret almaz.“
BURHAN :
Bir dâvâyı(sözü) isbât eden kesin delile, kendisi bilinince, başkası da bilinen
şeye burhân adı da verilir.
BEYYİNE :Bir
de delil, sened, burhân, şâhid, mûcize mânâlarında kullanılan beyyine kelimesi
vardır. Kur’ân-ı kerîmde A’râf sûresinin 73. âyetinde meâlen buyruldu ki:
„Semûd (kavmine de) kardeşleri Sâlih’i gönderdik. O, kavmine şöyle dedi:
„Allah’a ibâdet ve itâat edin. O’ndan başka hiç bir ilâhınız yoktur. İşte size,
Rabbinizden açık bir beyyine geldi. Allah’ın şu dişi devesi, size
peygamberliğimi isbât eden bir beyyine ve alâmettir. Onu bırakın, Allah’ın
arzında otlasın. Ona bir fenâlıkla dokunmayın ki, sonra acıklı bir azâba
uğrarsınız.“
ATIYYE : Ebü’l-Abbâs Mürsî;
„Peygamberler, ümmetleri için atıyyedir (ihsân, lütuf, bağıştır). Fakat Resûl-i
ekrem efendimiz hediyedir. Hediye ile atıyye arasında fark vardır. Atıyye
muhtaçlara, hediye ise sevilenlere verilir.“ demiştir. Hediye, bağış, Allah’ın
ihsânı mânâsına gelen bir kelime daha vardır ki o da mevhibedir.
0 comments :
Yorum Gönder