AŞK:
Allah’ı tam bir muhabbetle sevmek, O’ndan başka her şeyden yüz çevirmek aşk
adını alır. İmâm-ı Rabbânî; „Nefsin kötü arzularına yâni şehvete aşk ve
muhabbet adını takmamalıdır. Aşk, muhabbet kalpte olur ve kıymetlidir. Gerçek
aşk, Allah’ı ve O’nun sevdiklerini sevmektir.“ buyurmuştur. İbrâhim Hakkı
Erzurumî de; „Aşk, nefsi terbiye eder, ahlâkı güzelleştirir. Aşk, insanın
kalbinde bir ateş olup, kalpte Allah sevgisinden başka bir şey bırakmaz. Hak
âşığı olanın sözü, işi ve düşüncesi, doğru ve saftır. Uyanık kalpli ve hatâdan
uzaktır.“ demiştir.
TAKVÂ :
Velîlerin hepsi takvâ sâhibiydiler. Takvâ sakınmak, Allah’dan korkarak,
haramlardan, yasaklardan, günâhlardan sakınmaktır. Harama düşmemek için, haram
veya helâl olduğu belli olmayan şüpheli şeylerden sakınmaya verâ denir. Bu
bakımdan, haramlardan daha çok sakınma derecesi olan verâ takvânın mânâsı
altına girer. Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki: „Allah, o takvâ sâhiblerini
sever.“ (Âl-i İmrân sûresi: 76) Rasûlullah efendimiz; „Yâ Rabbî! Bana ilim,
hilm, takvâ ve âfiyet ihsân eyle.“ duâsını çok söylerdi. Ebû Saîd Muhammed
Hâdimî Berîka’sında bu hadîs-i şerîfi açıklarken, duâda geçen ilimden maksat
faydalı ilim, yâni îmân, ibâdet, amel ve ahlâk bilgileridir. Hilm ise, yumuşaklık
demektir. Âfiyetten murâd, dînin ve îtikâdın, bozuk inançlardan, işlerden,
nefsin isteklerinden, kalbin vesvese ve şüphelerinden, bedenin hastalıklarından
kurtulmasıdır demektedir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri; „Dünyâda felâketlerden,
âhirette Cehennem’den, ateşte yanmaktan kurtulmak için iki şey lâzımdır:
Emirlere sarılmak, yasaklardan sakınmak! Bu ikisinden en büyüğü, daha
lüzumlusu, yasaklardan sakınmak yâni verâ ve takvâdır.“ demiştir. Bundan sonra
da şu açıklamayı yapmıştır: „Verâ ve takvâyı tam yapabilmek için, mubâhları
lâzım olduğu kadar kullanmalı, zarûret mikdârını aşmamalıdır. Bu kadarını
kullanırken de, kulluk vazîfelerini yapabilmek için kullanmaya niyet etmelidir.
Bir insan, mubah, yâni dînin izin verdiği şeylerden, her istediğini yapar, mubahları
aşırı derecede işlerse, şüpheli şeyleri yapmaya başlar. Şüpheliler ise, haram
olanlara yakındır. İnsan, bir gün harama düşebilir.“
VERÂ :
Helâl ve haram olduğu bilinmeyen şüpheli şeylerden sakınarak helâle, harama
dikkat etmeye verâ denir. Künûz-ul-Hakâyık’ta geçen hadîs-i şerîflerde; „Hiçbir
şey verâ gibi olamaz.“ ve „Dîninizin direği verâdır.“ buyrulmuştur. Ebû Hüreyre
hazretleri, kıyâmet günü, Allah’ın huzûrunda kıymetli olanların verâ ve zühd
sâhipleri olduklarını beyân etmiştir. İmâm-ı Rabbânî, bir kimse, şu on şeyi
kendine farz bilmedikçe, tam verâ sâhibi olamaz deyip bunları şöyle saymıştır:
Gıybet etmemeli, mümine sû-i zân etmemeli, kimseyi kötü bilmemeli, kimse ile
alay etmemeli, yabancı kadınlara, kızlara bakmamalı, doğru söylemeli, kendini beğenmemek
için, Allah’ın, kendisine yaptığı ihsânları, nîmetlerini düşünmeli, malını
helâl yere harc edip, haramlara vermemeli, nefsi, keyfi için mevki-makam
istemeyip, bunları insanlara hizmet yeri bilmeli, beş vakit namazı, vaktinde
kılmayı birinci vazîfe bilmeli, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği îmân ve
işleri iyi öğrenip, kendini bunlara uydurmalı. Hasan-i Basrî hazretleri, zerre
kadar verâ sâhibi olmak, bin nâfile oruç ve namazdan daha hayırlıdır demiştir.
ZÜHD :
Şüpheli olmak korkusu ile mübâh şeylerin çoğundan sakınmak, dünyâdan ve
dünyâlık olan şeylerden uzak durmak mânâsına gelen zühd hakkında, Hâris
el-Muhâsibî şunları söylemektedir: „Zühd, insanın kalbini dünyâ sıkıntılarından
uzak tutar. Allah’ın yüceliğini ve büyüklüğünü tanımayı, tövbe etmeyi temin
eder.“ El-Câmiu’s-Sagîr’de zikredilen bir hadîs-i şerîfte ise şöyle
buyrulmuştur: „Zühd, kalbe ve bedene rahatlık verir, dünyâya rağbet ise,
düşünce ve hüzün verir.“ Berîka’da geçen bir hadîste ise; „Dünyâda zâhid olanı,
Allah sever. İnsanlarda bulunanlarda zâhid olanı, insanlar sever.“
buyrulmuştur. Muhammed Hâdimî; „Zahid âlimin iki rekat namazı, zâhid olmayanın
ömrü boyunca kıldığı namazdan hayırlıdır.“ demiş, Lokman Hakîm de; „Ey oğlum!
Yakîn ve sabrı sanat edin. Allah’ın haram kıldığı şeylerden uzak olursan,
dünyâda zâhid ve mücâhid olursun.“ buyurmuştur.
İHLAS :
Hâlis, temiz etmek, niyeti temizlemek, dünyâ faydalarını düşünmeden bütün
işlerini, ibâdetlerini yalnız Allah için yapmak demek olan ihlâs hakkında,
Mektûbât’taki bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmuştur: „İbâdetlerinizi ihlâs ile
yapınız! Allah, ihlâs ile yapılan işleri kabûl eder.“ Hilyetü’l-Evliyâ’da
kaydedildiğine göre, Rasûlullah efendimiz, Muâz bin Cebel’i, Yemen’e vâli
gönderirken şöyle buyurmuşlardır: „İbâdetlerini ihlâs ile yap. İhlâs ile
yapılan az amel, kıyâmet günü sana yetişir.“ Seyyid Emîr Külâl; „İhlâssız amel,
sahte para gibidir, kabûl edilmez.“ demiş; Sehl-i Tüsterî’ye; „İnsanın nefsine
en çok ağır gelen şey nedir?“ diye sorduklarında, „İhlâstır.“ cevâbını vermiş;
„Zîra ihlasta nefsin nasîbi yâni payı yoktur.“ diye bir açıklamada da
bulunmuştur. İmâm-ı Rabbânî ise, ihlâs ile, uzun yılların amelinin, işinin,
kısa zamanda ele geçeceğini açıklamıştır.
MARİFET :
Gönülle bilmek, Allah’ı hakkıyla tanıyıp bilmek mârifet diye isimlendirilir.
Muhammed Ma’sûm Fârûkî, insanın izzetinin, îmân ve mârifet ile olduğunu, mal ve
mevki ile olmadığını belirtmiştir. Ahmed bin Hadraveyh; „Mârifetin hakîkati,
Allah’ı kalb ile sevmek, dil ile anmak ve Allah’dan başka her şeyden ümîdini
kesmektir.“ demiştir. Ebü’l-Kâsım Nasrâbâdî, mârifet ve Allah’a yakın olma
hâlinin, farzları edâ etmekle ve sünnet-i seniyyeye tâbi olmakla ele geçeceğini
ifâde etmiştir. Ebü’l-Hasan bin Sâî ise; „Mârifet, her durumda kulun, Allah’ın
verdiği nîmetlere şükretmede âciz kaldığını, genç ve kuvvetli zamanlarında
zayıf olduğunu bilmesi ile ele geçer.“ demiştir. Allah’ı kalp ve rûhla tanıyıp
bilmeye mârifetullah da derler. Sülûk-ül-Ulemâ adlı eserde geçen bir hadîs-i
şerîfte; „İlimlerden öyleleri vardır ki, onları ancak mârifetullaha sâhib
olanlar bilirler. Onlar bu ilimlerden haber verdikleri zaman, mârifetullaha
sâhib olmayanlardan başkası onları inkâr etmez.“ buyrulmuştur. Muhammed Mâsûm,
bu dünyâda en kıymetli şeyin mârifetullaha kavuşmak olduğunu belirtmiş, İmâm-ı
Rabbânî kalbinde hardâl tânesi kadar dünyâ muhabbeti bulunan kimsenin
mârifetullaha kavuşamayacağını ifâde etmiştir. Hâdimî hazretleri; „Mârifetullah
bilgileri, keşfle ve ilhâm ile hâsıl olur. İbâdetlerin yapılması ve bütün
şerîat (İslâmiyet) bilgileri ise, üstâddan öğrenmekle elde edilir. Şerîat
bilgileri, ilhâm ile hâsıl olsaydı, Allah’ın peygamberler ve kitaplar
göndermesine lüzum olmazdı.“ demiştir.
İLİM :
Bir şeyi hakkıyla bilmek, anlamak, öğrenmek, cehlin zıddı mânâlarına geldiği
gibi, okumak, görmek, dinlemek veya cenâb-ı Hakk’ın ihsânı ile elde edilen
mâlumât ve bilgi anlamında da kullanılan ilim çok çeşitli kısımlara
ayrılmaktadır. Amele dâir ilimlerden biri olan ilm-i ahlâk, fazîlet ilmi olup,
buna kavuşma ve bu fazîleti giderecek şeylerden sakınma yollarını bildirir.
Kalp ve rûh bakımından insanı olgunlaştıran ilim ve ameller, tasavvuf, ahlâk
mânâsına da gelir. İnsanın görünmeyen ve âlem-i emirden olan kalp, sır, rûh
gibi latîfelerini konu alan ilme, kısaca gönül yâni kalp ve rûhla ilgili ilme
ilm-i bâtın denilir. Deylemî’nin rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte; „İlm-i
bâtın, Allah’ın sırlarından bir sırdır. O’nun hükümlerinden bir hükümdür.
Dilediği kulunun kalbine verir.“ buyrulmuştur. Şihâbüddîn Sühreverdî; „İlm-i
bâtın ile kulun, Allah’a yakınlığı artar. Bu ilim, Allah adamı denen velîlerin
ve tâlibleri O’na kavuşturan, doğru yolu kuvvetlendiren ve insanlara doğru yolu
gösteren âlimlerin sohbetlerinde kazanılır. Bu âlimler, Peygamberlerin
vârisleridir.“ demiştir. Genel olarak ilim, ilm-i husûlî ve ilm-i hudûrî diye
ikiye ayrılabilir. İlm-i husûlî, Ehl-i sünnet (Rasûlullah efendimiz ve
arkadaşlarının yolunda olan) âlimlerinin sohbetlerinde ve derslerinde
bulunularak, çalışılarak elde edilen ilimdir. İlm-i hudûrî ise, çalışmadan
Allah’ın ihsân etmesiyle kazanılan ilim, vehbî ilim demektir ki bu ilme ilm-i
lüdünnî de denilir. Hâce Ubeydullah Ahrâr ise : „İlim iki çeşittir. Biri
verâset, biri de ledün ilmidir. Verâset ilmi çalışarak elde edilir, buna
„kesbî“ denir. İlm-i ledün ise, Allah’ın ihsânıdır. Çalışmadan elde edilir.
İlâhî bir mevhibedir. Kullarından dilediğine verir, buna „vehbî“ de denir.“
buyurmuştur. İmâm İbn-i Mâce’nin Sünen’inde geçen bir hadîs-i şerîfte; „İlim,
Çin’de de olsa onu alınız. Zirâ ilim öğrenmek, kadın-erkek her müslümana
farzdır.“ buyrulmuştur. Ed-Dürrü’l-Muhtâr’daki hadîs-i şerîfte de şöyle
buyrulmuştur: „Bir saat ilim öğrenmek veya öğretmek, sabaha kadar ibâdet
etmekten daha sevaptır.“ Berîka’da geçen bir hadîs-i şerîfte, Rasûlullah
efendimiz; „İlmi ile amel edene, Allah, bilmediklerini bildirir.“ buyurmuştur.
Abdülhak-ı Dehlevî Merec-ül-Bahreyn isimli kıymetli kitabında, Ahmed Zerrûk’dan
alarak diyor ki: „İmâm-ı Mâlik; „Fıkıh öğrenmeyip, tasavvuf ile uğraşan, dinden
çıkar, zındık olur. Fıkıh öğrenip tasavvuftan haberi olmayan (bid’at sâhibi)
yâni sapık olur. Her ikisini edinen, hakîkate varır.“ buyurdu. Fıkhı doğru
öğrenen ve tasavvufun zevkini alan, kâmil insan olur. Tasavvuf büyüklerinin
hepsi kemâle gelmeden önce bir fıkıh âliminin mezhebinde idi. Tasavvufçunun
mezhebi yoktur demek, mezheblerin hepsini bilir, hepsini gözetir, evlâ olanı,
ihtiyâtlı olanı yapar demektir. Cüneyd-i Bağdâdî, Süfyân-ı Sevrî’nin mezhebinde
idi. Abdülkâdir-i Geylânî, Hanbelî idi. Ebû Bekr-i Şiblî, Mâlikî idi. Cerîrî,
Hanefî idi. Haris-i Muhâsibî, Şâfiî idi (kaddesAllah esrârehüm).“ Ebü’l-Esved
ed-Düelî; „Hiçbir şey ilimden üstün değildir. Çünkü sultanlar, insanlara
hükmederler. Âlimler ise, sultanlara hükmederler.“ demiş, Lokman Hâkim de
oğluna şunu söylemiştir: „Ey oğlum! Dünyânın sevinç ve neşelerini tecrübe
ettim. İlimden lezzetli bir şey bulamadım.“ Ayrıca; „Dervişler, fakir ve
yoksullar ilim sâyesinde sultanlar sofrasında otururlar.“ buyurmuştur. Bir de
Abdülhak-ı Dehlevî, „İnsanın göğsünü genişleten şeylerden biri ilimdir.“
demiştir.
LEDÜNNİ
İLİM : İlm-i ledün veya ledünnî ilim, Allah ile ilgili bilgi ve sırlara
ait ilim, gayb ve mârifet ilmidir. Allah, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
„Orada, kendi indimizden bir rahmet (vahiy ve nübüvvet veya uzun ömür)
verdiğimiz ve ona ledünnî ilmi öğrettiğimiz kullarımızdan birini (Hızır’ı)
buldular.“ (Kehf sûresi: 65) Hem Sa’lebî’nin hem de İmâm-ı Rabbânî’nin ifâde
ettikleri gibi, Hızır aleyhisselâm, güzel ahlâk sâhibi, cömert ve insanlara
karşı çok şefkatliydi. Allah’ın izni ile kerâmet ehli olup, kimyâ ilmini bilirdi.
Hak teâlânın bildirmesiyle ledünnî ilim verilmişti. Muhammed Pârisâ; „İlm-i
ledünnî verilmesinde Hızır aleyhisselâmın rûhâniyeti vâsıta olmaktadır.“
buyurmuştur. Senâullah-ı Dehlevî bu ilim hakkında şöyle demektedir: „Ledünnî
ilim, çalışmak ve gayretle ele geçmez. İhsân edilen kimselere mahsûstur. Umûma
şâmil değildir. Peygamberlere verilen ilimler ve vahyedilen şeyler ise, umûma
şâmildir ve herkesi ilgilendirir. Yâni peygamberler, bunları, gönderildikleri
kavimlere tebliğ etmekle, bildirmekle vazîfelidirler. Bu bakımdan
peygamberlerin ilmi, ledünnî ilminden üstündür.“ Seyyid Abdülhakîm Arvasi ise,
şunları ifâde etmektedir: „Emîr Sultan hazretleri, ledünnî ilme sâhipti. Bu
ilim yetmiş iki derecedir. İlk derecesinde olan, bir ağaca bakınca yapraklarının
sayısını, bir denize bakmakla damlalarının adedini, bir çöle bakınca kumlarının
sayısını bilir.“
YAKÎN :
Şek ve şüpheden uzak olan doğru, sağlam, sarsılmayan şüphe ve tereddüt
bulunmayan îtikâda, îmâna yakîn adı verilir. Râmûzu’l-Ehadîs’teki bir hadîs-i şerîfte;
„Âgâh olunuz ki, insana dünyâda yakîn ve âfiyetten (rûhen sağlam ve günâhlardan
uzak olmaktan) daha hayırlı bir şey verilmemiştir. Öyle ise Allah’tan o ikisini
isteyin.“ buyrulmuştur. İmâm-ı Rabbânî; „Yakîn ihsân edilen birinin
kerâmetlere, hârikalara ihtiyâcı olmaz. Bütün bu kerametler, zât-ı ilahînin
zikrinden ve kalbin bu zikir ile zînetlenmesinden aşağı kalır.“ demiştir.
Hazret-i Ali ise; „Îmân ağaç gibi olup, kökü yakîn, dalı takvâ, nûru hayâ,
meyvesi cömertliktir.“ buyurmuştur.
MAİYYET :
Sözlükte berâberlik, beraber olma demek olan maiyyet, tasavvufta Allah ile
beraber olma, O’na kavuşma yolu mânâsında kullanılır. Muhammed Bâkî-billah;
„Maiyyet yolu, cezbe (Allah’ın çekmesi) yollarından biridir. Maiyyet yolundan
Allah’a kavuşmak nasîb olursa, vâsıta, aracı olmaksızın kavuşulur. „Kişi
sevdiği ile berâberdir.“ hadîs-i şerîfi, bu sözümüzü kuvvetlendirmektedir.“
demiştir. İmâm-ı Rabbânî ise; „Yüksek hocamın, lutfederek, acıyarak mübârek
gönlünü, bu fakire çevirmesi ile, tasavvufcuların tevhîd (bir bilmek), kurb
(yakınlık), maiyyet, ihâta (her tarafı kaplamak), sereyân (her zerrede
bulunmak) gibi sözlerle anlatmak istedikleri mârifetlerden, ince bilgilerden
ele geçmeyen hemen hemen hiç kalmadı.“ demiştir.
SEYR
U SÜLÛK : Tasavvuf yolculuğu, tasavvuf yolunda ilerlemeye seyr ve sülûk denilir.
İmâm-ı Rabbânî; „Seyr ve sülûkdan maksad, nefsi kötü huylardan ve çirkin
sıfatlardan temizlemektir.“ demiş, bu çirkin sıfatların başında nefse düşkün
olmak ve onun arzularına, isteklerine tutulmak geldiğini ifâde etmiştir. Seyrin
çeşitli kısımları vardır. Seyr-i âfâkî, seyr-i enfüsî, seyr-i fillah, seyr-i
fil-eşyâ, seyr-i ilallah, seyr-i anillahi billah, seyr-i murâdî gibi. Muhammed
Bâkî-billah, seyr-i enfüsîden (insanın kendinde yaptığı yolculuktan) önce olan
şeylerin yâni ilerlemelerin hepsinin seyr-i âfâkî olduğunu, seyr-i âfâkîde ele
geçen şeylerin bir hiç mesâbesinde olduğunu belirtmiştir. Ebû Saîd-i Harrâz;
„Seyr-i âfâkî (kendinin dışında ilerleme), insanı, matlûbdan (aranılandan)
uzaklaştırır, seyr-i enfüsî ise, insanı, matlûba kavuşturur.“ demiştir. Seyr-i
enfüsî, tasavvuf yolunda bulunan kimsenin kendinde ilerlemesi, kötü huylardan
temizlenen nefsin, iyi huylarla bezenmesi, süslenmesidir. Abdülkâdir-i Geylânî,
„Seyr-i enfüsîde, insanı, Allah’ın sevgisi kaplayarak, insan, kendini sevmekten
kurtulduğu için, evlâd ve mal sevgisi de bununla berâber yok olur. O halde,
seyr-i enfüsî muhakkak lâzımdır.“ buyurmuştur. Allah’ın isimlerinde ve
sıfatlarında ilerleme, Allah’ın beğendiği ve râzı olduğu şeylerde fâni olma
(yâni O’nun sevdiklerini sevmek ve O’nun sevdikleri kendine sevgili olmak)
seyr-i fillah diye isimlendirilir. Hace Ubeydullah-ı Ahrâr; „Allah’a
kavuşmakta, zulmet perdelerinin kalkması için mahlûkların hepsini aşmak, yâni
seyr-i âfâkîyi ve seyr-i enfüsîyi tamamlamak lâzımdır. Nûrdan perdelerin aradan
kalkması için de seyr-i fillah gerekir.“ demiştir. Allah’a doğru olan yolda
ilerlemek mânevî ilimde durmadan yükselmek, seyr-i âfâkî (kötü hâllerden
kurtulma) ve seyr-i enfüsî (iyi hâllerle süslenme)yi de içine alan tasavvuf
yolculuğuna seyr-i ilallah denilmektedir. Abdülhakîm bin Mustafa Arvâsî;
„Seyr-i ilallah ve seyr-i fillah yâni Allah’ın beğendiği şeylerde fânî olma
hâsıl olmadıkça, tam ihlâs (her işini yalnız Allah’ın rızâsı için yapma) elde
edilemez. Muhlislerin (ihlâs sâhiplerinin) olgunluğuna kavuşulamaz.“ demiştir.
Muhammed Behâeddîn-i Buhârî; „Tasavvuf yoluna girip ilerlemek, yol gösteren
rehberi sevmeye bağlıdır.“ buyurmuştur. Seyr-i murâd (murâdların, seçilmişlerin
Allah’ın lutf ve ihsânı ile çekilerek kavuştukları yol) ile ve kuvvetle
çekilerek vilâyetin (evliyâlığın) yüksek derecelerine kavuşturulan bu rehberin
bakışları, kalp hastalıklarına (kalbin Allah’dan başka şeylere tutulmasına)
şifâdır. Onun teveccühü yâni sevgisine kavuşmak, mânevî hastalıkları giderir.
Tasavvufta nihâyete kavuşan bir velînin geri döndükten sonra, daha önce unutmuş
olduğu eşyânın bütün bilgilerine yeniden sâhib olması, Seyr-i fil-eşyâ diye
isimlendirilir. Muhammed Bakî-billâh; „Seyr-i fil-eşyâ, davet makamını elde
etmek içindir. Davet makâmı, peygamberlere mahsûstur.“ demiştir.
KURB :
Yakınlık, yakın olmak demektir ki, Abdülganî Nablüsî; „Allah’a farzlarla hâsıl
olan kurb, nâfilelerle hâsıl olandan elbette kat kat daha çoktur. Fakat kurbu,
takvâ sâhiplerinin (haramlardan nefret eden, haram işlemekten kaçınanların)
ihlâs ile yaptıkları farzlar hâsıl eder.“ demiştir. İmâm-ı Rabbânî, kurb ve
visâl (kavuşma) lezzetinin Cennet nîmetlerinin lezzetinden ziyâde olduğu gibi,
bu’d ve hırmân (uzaklık ve mahrumluk) azâbının da Cehennem azâbından beter
olduğunu ifâde etmiş, Muhammed Mâsûm Serhendî ise, farzların kurb hâsıl etmesi
için, nâfile ibâdetleri de yapmanın şart olduğunu belirtmiştir. Allah’a yakın
olmak, vilâyet yâni velî olmak kurb-i ilâhî terimiyle de ifâde olunur ki,
Abdullah-ı Ensârî bunun; Allah’dan başka her şeyi unutmak olan fenâdan sonra,
Allah tarafından, evliyâsına ihsân olunacağını beyân etmiştir. Kurb-i nübüvvet
ve kurb-i velâyet olmak üzere iki türlü kurb vardır. Kurb-i nübüvvet, nübüvvet
kemâlâtına, olgunluklarına kavuşma, nübüvvet yolu ile Hakk’a erme demektir.
İmâm-ı Rabbânî’nin belirttiğine göre, kurb-i nübüvvet, insanı aslın aslına
ulaştırır. Peygamberler (aleyhimüsselâm) ve bunların arkadaşı olan sahâbîleri
Allah’a bu yoldan kavuşmuşlardır. Allah’dan gelen feyz ve bereketlere, arada
vâsıta bulunmak sûretiyle kavuşma, kurb-i velâyet adını alır. Yine İmâm-ı
Rabbânî’nin ifâdesine göre, bir velînin kurb-i velâyet yolunda ilerleyerek,
kurb-i nübüvvet yoluna kavuşması, yâni her iki yoldan feyz alması câizdir. Bir
de kurb-i ebdân tâbiri vardır ki, bedenlerin birbirine yakın olması, yakın
bulunmak demektir. Kurb-i ebdânın, kalplerin birleşmesinde büyük tesiri vardır.
Bunun içindir ki, Rasûlullah efendimizin sohbetinde bulunmayan hiç bir velî,
bir sahâbînin derecesine yükselemez. Veysel Kârânî o kadar şânı yüksek olduğu
hâlde, Rasûlullah efendimizi hiç görmediği için, Eshâb-ı kirâmdan en aşağı
olanın derecesine yetişemedi. Büyük İslâm âlimi Abdullah bin Mübârek
hazretlerinden; „Hazret-i Muaviye ile Ömer bin Abdülazîz’den hangisi daha
yüksektir?“ diye soruldu. Cevap olarak; „Hazret-i Muâviye, Rasûlullah
efendimizin yanında giderken, atının burnuna giren toz, Ömer bin Abdülazîz’den
kat kat daha yüksektir.“ buyurdu. İmâm-ı Rabbânî; „Büyüklerden istifâde
edebilmek için kurb-i ebdân istemeli, bunun için çalışmalı. Nîmetlerin tamam
olması, bedenlerin yakın olması iledir. Kurb-i ebdân olunamazsa, yakınlık
sebeplerini elden bırakmamalıdır.“ buyurmuştur.
CEM’İYYET :
Sözlükte toplum, topluluk, toparlanma, toplanma demek olan cemiyyet, hep bir
olanı müşahede (eserlerini görmek) ile meşgûl olup, kendinden dahi habersiz
olma hâli yâni kısaca rûhunu ve kalbini toplayıp, Allah’dan başkası ile olmama
hâlidir. İmâm-ı Rabbânî, cemâatle kılınan beş vakit namaz ve devâmlı Allah’ı
zikretmenin cemiyyete sebeb olacağını beyân etmektedir. HUZUR : Allah’dan başka
hiçbir şeyin kalpte bulunmaması, berâberlik, birlikte olma, hâzır bulunmaya
huzur da denir. Muhammed Mâsûm Fârûkî, huzur, gafletten kurtulmaktan ibârettir
demiş, ayrıca huzurlu ve uyanık olan kalbin namazda, uykuda ve vilâyette aynı
olduğunu, huzur ve uyanıklığın kalbin melekesi olup onun gerekli sıfatları
olduğunu, hiç bir zaman ayrılık kabûl etmediğini ifâde etmiştir.
TEVECCÜH :
Teveccüh, tasavvuf yolunda ilerleme, yükselme sebeplerinden önemli
olanlarındandır. Bu, bir velînin, Allah’ın izni ile nazar etmek (bakmak) yâhut
başka yollarla talebesinin veya sevdiğinin yâhut başka birinin kalbindeki,
mâsivâ (Allah’dan başka her şey) ve dünyâ sevgisini, günâh lekelerini
temizleyip, yerine feyz, mârifet, ilim ve hikmetle yâni mânevî ilimler,
iyilikler, bereketler ve faydalarla doldurması, yüksek derecelere kavuşturması
demektir. Muhammed Mâsûm; „Pîrin (tasavvuf büyüğünün) teveccühünü, zulmet ve
keder dağlarını, her ne sûretle ortaya çıkarsa çıksınlar, sadık talebeden
kaldırıp, uzaklaştırır.“ demiştir. Ubeydullah-ı Ahrâr’ın oğlu Hâce Muhammed
Yahyâ; „Tasarruf sâhipleri üç kısımdır. Bir kısmı, Allah’ın izni ile, her
istedikleri zamanda, diledikleri kimsenin kalbine tasarruf ederek, onu
tasavvufta en yüksek derece olan fenâ makamına eriştirir. Bazısı, Allah’ın emri
olmadan tasarruf etmez. Emir olunan kimseye teveccüh ederler. Bir kısmı ise,
kendilerine bir sıfat (hâl) geldiği zaman kalplere tasarruf ederler.“ demiştir.
İmâm-ı Rabbânî; „Tasavvuf yolunda çok yüksekleri aramalı, ele geçenlere bağlanıp
kalmamalıdır. Verâların verâsını yâni ötelerin ötesini aramalıdır. Böyle bir
istek, böyle çok çalışmak ancak vazîfe alınan büyüğün teveccühü ile elde
edilebilir. Onun teveccühü de müridin (talebenin) ona olan sevgisi, bağlılığı
kadar olur.“ demiştir. Teveccüh, bir de, bir kimsenin, hayatta veya vefât
etmiş, kabirde olan bir velîden feyz alabilmek, ondan mânevî olarak istifâde
etmek, faydalanmak için, kalbini ona bağlaması, hâtırına hiçbir şey getirmeyip,
yalnız onu düşünmesi mânâsında kullanılır. Abdullah-ı Dehlevî, bu konuda
şunları söylemektedir: „Bâtındaki yâni kalbindeki nisbetin (bağlılığın)
artmasına çalış. Allah ism-i şerîfini, bâzan da kelîme-i tehlîli (Lâ ilâhe
illallah’ı) çok zikrederek (söyleyerek), bâzan salevât okuyarak, Kur’ân-ı kerîm
okuyarak, Allah’a yaklaşmaya çalış. Bu çalışmalarda gevşeklik olursa, bu
fakirin rûhâniyetine teveccüh ediniz. Yâhut, Mirzâ Mazhâr-ı Cânân’ın kabrine
gidiniz, ona teveccüh ediniz, çok terakkî edilir, ilerleme ve yükselme olur.
Ondan hâsıl olan fayda, bir diğerinin faydasından daha çoktur.“
HİMMET :
Lügatte kasd, irâde, kuvvetli istek, arzu gibi mânalara gelen himmet, ıstılahta
Allah’ın velî kullarından bir zatın kalbinde yalnız bir işin yapılmasını
bulundurup, başka bir şeyi kalbine getirmemesi ve Allah’dan dileyerek, bu
şekilde mânevî yardımda bulunması demektir. Ubeydullah-ı Ahrâr; „Allah’ın
isimleri ile münâsebeti olan bir zât, kalbinde yalnız bir işin yapılmasını
bulundurur ve bu şeye himmet eder, kalbine bundan başka hiçbir şey getirmez;
yalnız o işin yapılmasını isterse, Allah da o işi yaratır. Allah’ın âdeti
böyledir.“ demiştir. Allah (cc) bizleri Pirimiz Abdülkâdir Geylânî
hazretleri’nin ve Şeyh’imizin Seyyid Muhammed’in himmet’lerine nail eylesin.
MAHBÛBİYYET :
Mahbûbiyyet, sevilen olmak, mahbûb olmaklık, sevilmeklik demektir. İmâm-ı
Rabbânî; „Rasûlullah efendimize tâbi olmanın en yüksek derecesi mahbûbiyyet ve
ma’şûkiyyet (âşık olmak) kemâlâtına (üstünlüklerine) sâhib olmaktır. Bu,
Allah’ın çok sevdiklerine mahsustur ve lutf ile ele geçmez, muhabbet lâzımdır.“
demektedir. Abdülhak-ı Dehlevî ise, âhirette azâblardan kurtulmak ve sonsuz
saâdete kavuşmak, ancak geçmiş ve gelecek bütün varlıkların en üstününe
(Hazret-i Muhammed’e) uymakla olur. Bunun için O’na uymakla mahbûbiyyet
makâmına erişirler. O’nun yolunda bulunmakla, Allah’ın zâtının tecellîsine
kavuşurlar demiştir.
TEMESSUL:
Allah, meleklere, cinne çeşitli şekiller alabilme kuvveti verdiği gibi, çok
sevdiği kullarının ruhlarına da, bu kuvveti vermektedir. Başka bedene ihtiyâç
yoktur , rûhlar da, görülecek şekiller alabilmektedir. İşittiklerimiz ve
okuduklarımıza göre, evliyâdan birçoğu, bir anda çeşitli yerlerde görülmüş,
birbirine uymayan işler yapmışlardır. Burada latîfeleri, insan şekline
girmekte, başka başka bedenler halini almaktadır. Bunun gibi, meselâ
Hindistan’da oturan ve şehrinden hiç çıkmamış olan bir velîyi, hacılar Kâbe’de
görüp konuştuklarını, başkaları da, meselâ aynı günde İstanbul’da, bir kısım
kimseler de, bu velî ile, yine o gün, Bağdad’da görüştüklerini söylemişlerdir.
Bu da, o velînin latîfelerinin muhtelif şekiller almasıdır. Bâzan o velînin
bunlardan haberi olmaz. Seni gördük diyenlere, yanılıyorsunuz, o zaman,
evimdeydim, o memleketlere gitmemiştim, o şehirleri bilmiyorum ve sizleri de
tanımıyorum der. Yine bunlar gibi, güç halde bulunan kimseler, korku ve
tehlikelerden kurtulmak için, ölü veya diri olan bâzı evliyâdan yardım
istemişlerdir. O büyüklerin, kendi şekillerinde olarak, hemen orada
bulunduklarını ve imdâdlarına yetiştiklerini görmüşlerdir. Bu velinin yaptığı
yardımlardan bâzan haberleri olmakta, bâzan da olmamaktadır. Bu hâl, bilhâssa
muhârebelerde görülmüştür. Böyle yardımları yapanlar, o din büyüklerinin
rûhları ve latîfeleridir. Latîfeleri bâzan, bu âlem-i şehâdette, bâzan da
âlem-i misalde şekil almaktadır. Nitekim Peygamberimizi (sallallahü aleyhi ve
sellem) bir gecede, binlerce kimse rüyâda görüp istifâde etmektedir. Bu
gördükleri, hep O’nun latîfelerinin ve sıfatlarının âlem-i misâldeki
şekilleridir. Yine bunlar gibi, sâlikler, mürşidlerinin âlem-i misâldeki sûretlerinden
istifâde ederler ve bu yolla müşkillerini çözerler.
0 comments :
Yorum Gönder