Soru: Hocam! Hakikat Nedir?
Ârif: Hakikat, zâhirin
yani görünenin ardında perdelenmiş gizli mana, manevî hayatın en ileri boyutta
yaşanarak, ilahî sırlara âşina olabilmektir. Zahirden manaya, manadan da
hakikate ulaşılabilir. İbn Sinâ’ya göre hakikat, her bir varlığın kendisi için
gerekli olan ve ona belli bir gerçeklik değeri kazandıran özelliğidir. Yani her
şeyin bir hakikati vardır ve o şey, bu hakikatle ancak kendi kendisi olur. Bu
anlamda hakikat, hem ispat edilebilir somut varlık, hem de manevî açılımla
ferasetle belirlenebilen kendine has özel varlıktır. Hakikat, her eşyada
tecelli eden esmâ-i hüsnadır, eşyanın gerçek mahiyetidir. Hakikat haktır, Hak
ise yücedir ve hiçbir şey ondan daha üstün değildir.
Soru: O halde hakikat erleri de, hakikati bize
anlatan ilim sahibi maneviyat büyüklerimiz midir?
Ârif: Evet evladım.
Hakikat erleri, hakikat mesleğini samimiyetle üstlenmiş İslâm davasına sadık
olan Allah dostlarıdır.
Soru: Hocam!
Geçmişte çok değerli hocalarımız ve İslâm âlimlerimiz hakikatleri söyledikleri
için, halkın ekseriyeti tarafından anlaşılamadığı gibi despotik rejimler
tarafından da zulme uğramıştır. Bunu nasıl izah edersiniz?
Ârif: Şemseddîn-i
Sivasî Hazretleri bir beytinde şöyle der “Hakka makbul olmak ister, halka
menfur olmadan.” Yani “Hakikati söylemek, halkın bazı kesimlerinin nefretini
çekebilir.” Maneviyat büyüklerimiz, Peygamberimizin (sav) varisleri olarak
Hakkı kaim kılmaya gayret gösterir, çünkü Hak Teâlâ, kullarında ve kâinatta
Hakkın kaim kılınmasını arzu eder. Onlar sadece vazifelerini yerine getirir.
Neticeye ulaşmak, Allah’ın takdiridir. Bu bilinçle hakikat erleri, çoğu zaman
kınanır, sû-i zanna ma’rûz kalır. Ancak Hak yolcuları, tevekkül, teslimiyet,
sabır ve şükür sayesinde bu gibi durumlardan aşkları tazelenmiş olarak çıkar.
Soru: Halktan Hakka
riayet etmeyenler veya edemeyenler, Allah’a düşman mıdır?
Ârif: İçlerinde zalim olan
özellikle yöneticiler, düşmanlıklarını sinsice gizler ve halka yönelik olarak
İslâm tebliğcilerini mürteci/gerici gibi değişik negatif vasıflarla aşağılamak
ister ve dolayısıyla hakikatleri anlatmak isteyen âlimleri ve onların yolundan
giden şuurlu Müslümanlara düşmanlık eder.
Soru: Peki, zalim olmayan
diğer sosyal kesim, neden hakikatlere kulak verip Allah’ın emirlerinden uzak
kalmayı tercih eder?
Ârif: Bulgaristan
Köstence’de yaşamış olan şeyh Ankazade Halil Efendi’nin
Makedonya’da Tuti İhsan Efendi adında ehl-i
kalp bir gence yazdığı bir mektubunda ifade ettiği gibi gaflet içinde olan bu
sosyal kesimin üyeleri tıpkı diş ağrısından inleyen çocuklar gibidir. Nasıl ki
dış hekimine gittiklerinde kendilerini tedavi etmek isteyen doktoru düşman
olarak görür, ondan kaçmak ister, “Hain kişi, neden bana bunu yapıyor?” der ve
idrâk etmez işte bu kesim de cahilliklerinden olsa gerek maalesef İslâm
âlimlerine böyle acaip bir tepki gösterir. Hâlbuki bilmezler ki o fedakâr
kişiler, bir manevî pedagog hüviyetinde insanlara merhamet ettikleri için,
büyük bir sosyal sorumluluk üstlenmiştir.
Soru: Hocam! Bazı İslâm
âlimleri, ilim ve kitaplarıyla nasihat ediyor, bazıları ise bizzat halkın içine
girerek, sosyal ve manevî tebliğde bulunuyor? Hangisi Allah katında daha
makbuldür?
Ârif: İki hizmet türü de
birbirini aslında tamamlar. Herkes gerekli eğitimi aldıktan sonra Allah rızası
için, kendi mizacına ve kabiliyetine göre hizmet edebilir. Ancak gaflet içinde
olan Müslümanlara yazılarla “Şunu tut, bunu yap, bunu yapma, bu günahtır, bu
sevaptır!” demek kolay şeydir. Karşıdakini uygun bir lisanla tebliğ etmek, ikna
etmek, terbiye vermek için meşakkate maruz kalmak, ayrı bir sabır ister. En
efdalı, teorik yönüyle hem bilgili olmak, hem de pratik boyutuyla tecrübeli
olmak.
Soru: O halde her İslâm
âlimi veya maneviyat büyüğü mutlak anlamda mürebbi yani sahada çalışan bir
manevî pedagog değildir. Doğru mu?
Ârif: Doğrudur. Şart da
değildir. Bu da Allah’ın tecellîlerindendir. Bazı âlimler, ilim ve terbiyenin
anlamını özel olarak seçtikleri talebelerine anlatır ve bu talebeler de,
aldıkları derin eğitim ve hocalarının himmeti ile sosyal alanda daha etkili
hizmet verebilir. Yalnız büyük makam sahibi olan maneviyat erbabının hemen
hepsi hem mürebbi, hem de âlimdir.
Soru: Hocam! Hak erleri,
hakikati anlatmakla yükümlüdür. Demek ki bu makama gelebilmek için, hakikat
erlerinin tezkiye-i nefisten geçmiş olmalıdır? Haklı mıyım?
Ârif: Tezkiye-i nefis, her
Müslüman için lazımdır. Yani her Müslüman, Allah’ın yasaklarından sakınmalı ve
emirlerine uymalıdır. Her akıllı Müslüman, ibadet, haram, helal olarak dini,
hayatına tanzim etmekle yükümlüdür. Ama hakikat erleri için bu yeterli
değildir.
Soru: Bunun daha da ötesi
var mıdır?
Ârif: Tezkiye-i nefsin bir
ileri merhalesi, kalpteki kötü duygulara yönelik meyli kaldırmak, kalpten geçen
hayırlı işler için ise acele etmektir. Zira nefis, kalpten yüz bulur da
şımarıverir. Hakikat eri, “kalbimden bir kötülük geçti ama uygulamadım” derse
nefsi emmareye prim vermiş olur ve manevî yüceliğini yitirmeye başlar. Çünkü
edep kalpte başlar ve orada tekâmül eder. Bu yönüyle bir hakikat eri, diğer
Müslümanlardan farklı olarak yaptıklarına tövbe etmekten ziyade kalbinden
geçirdiklerine bile istiğfar eder. İşte gerçek hakikat erleri, halkta gördüğü
iyiliklerin Hak’tan, halkta gördüğü kötülüklerin kendi nefsinden olduğunu
düşünerek, kendini sorumlu hisseder, vazifesini layıkıyla yerine getirmediği
ıstırabıyla halkı manen uyarma ve hakikati haykırma ihtiyacı duyar.
Soru: Hocam! Bir dua
istesek?
Ârif: Vakitler hayır
olsun. Şerler defolsun. Âsiler ıslah olsun. Münkir ve münafık perişan olsun.
Kalplerimizden boş işler ihraç olsun. Kalp gözlerimiz açık olsun. Ramazanımız,
oruçlarımız ve ibadetlerimiz kabul olsun. Amin.
0 comments :
Yorum Gönder