4 Haziran 2015 Perşembe

Mevlana Hazretlerine göre Kulluğun önemi.


İbadet, en geniş anlamıyla Allah'a kul olarak yaşamaktır. Yüce Allah, insanı kendi emir ve yasaklarını gözeterek yaşamını sürdürmek için yarattığını ifade ediyor. Bu geniş ve kapsamlı anlamıyla ibadet çok önemlidir. Bu gerçek hiçbir zaman hatırdan çıkarılmamalıdır. Dünyada her şey unutulsa bile ibadet unutulmamalıdır. Kulluk görevini yerine getirmeyen bir kimse, her ne başarırsa başarsın bir değer ve anlamı yoktur. Mevlânâ, bunu hiç unutulmayacak somut bir örnekle açıklıyor:
“Dünyada unutulmaması gereken bir şey var. Her şeyi unutsan da onu unutmasan korku yok. Fakat her şeyi yerine getirsen, hatırlasan, unutmasan da onu unutsan hiçbir şey yapmamış olursun. Hani bir padişah seni belli bir iş için bir köye yollasa, sen de gitsen de o işten başka yüzlerce iş başarsan, hangi iş için gittiysen onu yapmadın, başarmadın ya, hiçbir iş başarmamış sayılırsın. Şu halde insan dünyaya bir tek iş için gelmiştir, maksat odur. Onu başarmadı mı, hiçbir iş başarmamış demektir.”(1)

Mevlâna da, "Ben cinleri de, insanları da ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım.”(2) ayetinde bildirildiği gibi; insanın her işe kabiliyetli olmasıyla birlikte asıl yaratılış maksadının Hakk'a ibadet etmek olduğunu belirtir. Bize bahşedilen vücut ve bütün duyu ve duygular Allah'a ulaşmaya vesile olması içindir. Bir an bile bu gerçekten gaflet edip de asıl yolumuzdan geri kalmamalı, atımız niteliğin- deki biyolojik vücudumuzun gıdası olan dünyalık hazlara ruhumuzu kaptırmamalıyız:
“Beden, atındır senin, bu dünya da o atın ahırı. Atın gıdası, ata binene gıda olamaz; onun da kendisine göre gizli bir uykusu, gizli bir gıdası, gizli bir beslenmesi var. Fakat sana hayvanlık üst olmuş da atın başucunda, atların ahırında kalakalmışsın; ölümsüzlük dünyasının padişahlarının, beylerinin safında yerin yok. Gönlün orda amma beden üst olmuş da o yüzden gönlün de bedenin buyruğuna uymuş, ona tutsak olup kalmış. Hani Mecnun, Leylâ'nın bulunduğu yere giderken aklı başında olunca deveyi o tarafa sürerdi. Fakat bir soluk da Leylâ'ya daldı mı kendisini de unuturdu, deveyi de. Devenin de köyde bir köşesi vardı. Fırsat buldu mu geri döner, köye giderdi. Mecnun kendine geldi mi bir de bakar, görürdü ki iki günlük yolu gerisin geriye dönmüş gitmiş. Böylece üç ay yollarda kaldı da bu deve, başıma belâ oldu diye bağırıp deveden yere atladı ve şu şiiri okuyup yaya olarak yürümeye koyuldu: 

Devemin dileği geride, benim dileğim ilerde;
Dilekte onunla benim aramda ayrılık var.”(3)
İnsanın, taşımayı üstlendiği emanet yükü, iradî kulluktur. Gökler, yer ve dağlar çok büyük işlere vesile olsalar da, iradî kulluğu başarmaktan acizdirler. İnsan yüceliğinin sırrı bunda saklıdır. Mevlânâ, göklerin, yerin ve dağların Allah'ın izin ve yardımıyla başardıkları çok önemli işlere örnekler verir. Bununla birlikte bu büyük varlıkların başaramayıp insanın başarabildiği hususları hatırlatır. Kendisinden beklenen bu görevleri ihmal eden insanın zalim ve câhil konumuna düşeceğini belirtir: 
“Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir.”(4)

O emaneti göklere arz ettik, kabul edemedi. Bir bak da gör, göklerden aklı şaşırtan ne işler meydana gelmede. Taşları lâl, yakut yapıyor; dağları altın, gümüş madeni haline getiriyor. Bitkileri, yeryüzü- nü coşturuyor, diriltiyor, ölümsüz cennete döndürü yor. Yeryüzü de tohumları benimsiyor, meyveler veriyor, ayıpları örtüyor, anlatılmasına imkân bulunmayan yüz binlerce şaşılacak işler başarıyor, şaşılacak şeyler meydana getiriyor. Dağlar da çeşit çeşit madenler veriyor. Bütün bunları yapıyorlar, yapıyorlar amma onlardan o bir tek iş meydana gelmiyor da o tek işi insan görüyor, başarıyor, "And olsun ki Âdemoğullarını ululadık" dedi, "Göğü, yeri ululadık" demedi. Şu halde insanın elinden bir iş geliyor ki ne göklerin elinden geliyor o iş, ne yerlerin, ne dağların. O işi de gördü mü, onda ne zalimlik kalıyor, ne bilgisizlik. Amma sen, o işi görmüyorsan bunca iş görüyorum ya, dersin; dersin amma seni öbür işler için yaratmadılar ki.(5)

Mevlânâ, gerek Kur'ân ve Hz. Peygamber'in gerekse bu iki kudsî kaynaktan feyiz alan Allah dostlarının yöntemine uygun olarak konuyu çarpıcı örneklerle somutlaştırıyor. Kulluk için yaratılmış insan vücudunu, duyu ve duygularını başka uğraşlarla meşgul etmenin paha biçilmez bir elmas kılıcı kokmuş öküz etini kesmede; bir altın tencereyi şalgam kaynatmada; mücevherler- le bezenmiş bir bıçağı kırık bir su kabağını asmak için mıh yapmada kullanmaya benzetiyor: 
Bu, şuna benzer: Padişahların hazinelerinde bulunabilen, değer biçilmez bir çelik Hint kılıcını tutmuşsun da kokmuş öküz etine satır olarak kullanıyor, sonra da boşu boşuna bırakmadım ya, böylesine bir işe kullanıyorum onu diyorsun. Yahut da zerresiyle yüzlerce tencere alınabilen bir altın tencereyi getirmişsin, içinde şalgam pişiriyorsun. Yahut da mücevherlerle bezenmiş bir bıçağı kırık bir kabağa mıh yapmışsın da diyorsun ki; iş görüyorum; kabağı ona asıyorum, şu bıçağı öylece bırakmıyorum ya. Acınacak, gülünecek işler değil de nedir bunlar? O kabak, bir pul değerindeki bir tahta yahut demir çiviye de asılabilirken, yüz dinarlık bıçağı bu işe kullanmak, akıl işi midir ki?”(6)

İnsan, paha biçilmez değerdedir. Kendi değerini bilmeli. Cehenneme sürükleyen nefsanî işlerle oyalanarak kendini ucuza satmamalı. Allah, alıp verdiği soluklara varıncaya kadar insanın maddi ve manevî tüm imkân, varlık ve potansiyelini cennet nimetleriyle karşılıklandır- mak üzere ondan satın alıyor. İnsan bu özelliğiyle iki cihandan da daha kıymetlidir. Bunun bilincin- de olarak hayat sürdürmelidir. Aksi halde cehen- nemi satın almış ve kendine zulmetmiştir: 
“Yüce Mevlâ sana pek büyük bir değer vermiştir. Buyurdu ki: "Gerçekten de Allah, cennet karşılığı olarak inananların canlarını, mallarını satın almıştır.”(7)
Değer bakımından iki dünyadan da artıksın; 
Fakat neyleyeyim ki değerini sen bilmiyorsun!

Kendini ucuza satma; çünkü değerin pek fazla senin. Yüce Allah buyuruyor ki: Sizi de, soluklarını- zı da, vakitlerinizi de, mallarınızı da, zamanınızı da satın aldım ben; bana harcarsanız, bana verirseniz karşılığı ölümsüz cennettir; değerin budur işte bence. Fakat sen, tutar da kendini cehenneme satarsan kendine zulmetmiş olursun. Hani o yüz dinarlık bıçağı duvara saplayıp ona bir kabak yahut bir testi asan kişi gibi.”(8) “Yazıktır denize varıp da bir parçacık su içmeyi yahut bir testi su almayı yeter bulmak. Denizden inciler, mücevherler, kuvvet veren yüz binlerce şeyler elde ederlerken denizden su alıp götürmenin ne değeri vardır ki? Aklı olanlar bununla övünür mü hiç, ne yapmıştır ki bu işi yapan? Hatta dünya, bir köpüğüdür bu denizin; denizse erenlerin bilgileridir. İnci de nerede? Bu dünya, çerçöple dolu bir köpüktür amma o dalgaların çıkıp batması, yürüyüp dönmesi, denizin coşup kabarması, köpürüp kükremesi yüzünden o köpük, bir güzellik elde eder.”(9)
Bu dünya, imtihan gereği, bize câzip gelmektedir. Oysa ki, aslında içi boş, sahte ve aldatıcıdır. Mevlânâ bu gerçeği ilgili ayet-i kerîmeyi delil getirerek belirtir ve âyetten hareketle ilginç bir tespitte bulunur: 

“Kadınlar, oğullar, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüş, güzel cins atlar, davarlar ve ekinler gibi nefsin hoşuna giden şeyler insanlara cazip gösterildi. Bunlar dünya hayatının geçici bir metaından ibarettir. Asıl varılacak güzel yer ise, Allah'ın katındadır.” (10)

Süslü gösterildi, buyurdu ya, demek ki o güzel değildir. "Güzellik eğretidir onda, başka bir yerdendir. O, altın suyuna batırılmış, yaldızlanmış sahte paradır; yâni bir köprücükten ibaret olan şu dünya sahtedir, kadri, değeri yoktur; fakat biz onu altınla kaplamışız; çünkü "insanlar için bezenmiştir, süslenmiştir.”(11)

Müfessirlerin de belirttikleri gibi aslında bu âyette zikredilen sınıflar meşrû nimetlerdir. Fakat gayr-i meşrû tarafa da sebep olma ihtimali vardır. Meşrû durumda bunları süsleyip cazip gösteren Allah Teâlâ'dır. Gayri meşrû olarak süsleyen ise, şeytan ve beşerin cehaletidir. Fena sayıp kınama bu itibarladır. Bu iştah çekici şeyler, dünya hayatını devam ettirmek ve geçip Allah'a gitmek için birer araç olarak verilmişken bunları amaç haline getirmek, Allah katındaki güzel mevkii kaybetmek, büyük ahmaklıktır. Zira böyle yapanlar hayatları- nın önemli bir kısmını o zevkleri elde etme hırsı ile yanıp tutuşarak geçirirler. Sonra da onlardan ayrılıp mahrum kalmanın acısını çekerler.(12) 

İnsanlar ne kadar hür de olsalar yine abdullahtırlar. Yani Allah'ın kullarıdırlar. Kötülük yapan, bozgunculuk çıkaran hizmetçiyi, memuru kim tutar? Böylesi kulu, Allah ne yapsın? İyi kul, kendi nefsanî emellerinden geçip, Allah'ın hoşnutluğunu amaç edinendir. Mevânâ bir rubaisinde bir yönüyle kulluğun tarifini vermekte ve bu gerçeğe ışık tutmaktadır, şöyle ki:
''Ey Efendi! Söyle, köle misin? Hür müsün? Kötülükte bulunsun, bozgunculuk etsin, fesat çıkarsın diye kim köle satın alır? Ey ellerini kaldırıp dua eden, isteklerde bulunan kişi istemek gücünü, dilek için kaldırdığın eli sana kim verdi? Kendi muradından, isteklerinden vazgeç de, asıl O'nu iste! Muradın yalnız O (ALLAH) olsun.”(13)

Allah'a kulluk, gerçek bir sultanlıktır. Aklı başında her insan bunu övünç vesilesi bilmeli. Mevlânâ da, kulluğuyla iftihar ediyor, sevinç duyuyor ve bu kulluktan azat olmayı asla kabul etmiyor. Bu konudaki meşhur dörtlüğü şöyledir: 
“Men bende şüdem, bende şüdem, bende şüdem,
Men bende behaclet beser-efgende şüdem,
Her bende şeved şad ki azad şeved,
Men şad ezanem ki türa bende şüdem.
Yani: Ben kul oldum, kul oldum, kul oldum. Ben abd-i zaif, kulluğumu layıkıyla ifa edemediğim için utandım ve başımı önüme eğdim. Her köle, azat edilince sevinir. İlahi! Ben ise, sana kul olduğum için seviniyorum.”(14)

Mevlânâ, kulluktaki bu yüksek şeref bilinci- ne de ancak kullukla ulaşılabileceğini, İlâhî aşk denilen bu bilince ulaşınca da gerçek sevgili olan Allah'ın hoşnutluğundan O'nun manevî yakınlığından başka hiçbir şeyin istenmeyece- ğini, yani tam bir ihlas sırrına erişileceğini belirtir: 
“Kulluk et de, belki sen de âşık olursun! Kulluk nedir? Kulluk da, ibadetle, iyi işlerle elde edilen bir kazançtır; yani lafla kulluk olmaz! Kul, köle; canla başla azad olmayı, kulluktan kurtulmayı diler! Âşık ise, ebedî olarak kullukta kalmayı ister; azad olmayı hiç istemez! Kul vardır, daima elbise ister, bahşiş ister; âşıkın elbisesi ise sevgilinin yüzüdür, sevgili ile buluşmaktır!”(15)


DİPNOTLAR
1-Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Fîhi Mâ Fîh, (çeviren, tahlilini yapan, açıklamasını hazırlayan: Abdülbâkî Gölpınarlı), Remzi Kitabevi, İstanbul 1959, s. 12.
2-Zariyat, 56
3-Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, s. 13-14.
4-Ahzab, 72.
5-Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, s. 12.
6-Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, s. 12.
7-Tevbe, 111.
8-Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, s. 13.
9-Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, s. 7.
10-Âl-i İmrân, 14
11-Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, s. 7.
12-Suat Yıldırım, ilgili âyetin açıklaması.
13-Mevlânâ, Divân-ı Kebîr Seçmeler -Rubaîler- (haz. Şefik Can), 14-Ötüken yay., İstanbul 2000, IV, 94. (346. Rubâî) Tahirül Mevlevi, Şerh-i Mesnevi, I, 41.
15-Şefik Can, Konularına Göre Açıklamalı Mesnevî Tercümesi, Ötüken yay., İstanbul 1997, 5. ve 6. cilt, s. 227. (b. 2728-30.)

0 comments :