Kur'an'da Hızır
ve Musa hikâyesiyle şöyle anlatılmaktadır.
Musa, Hızır'a
kendisiyle birlikte olma arzusunu bildirince, Hızır: Sen benim yaptıklarımı
anlayamaz, işime karışırsın diyerek bu arzuya karşı çıkar. Ama, Musa
karışmayacağına dair söz verince, birlikte yola düşerler. Önce fakir bir adamın
kayığına binip karşıya geçerlerken, yolun sonuna doğru Hızır kayığı deler. Daha
sonra yaşlı bir karı kocanın küçük oğullarını öldürür, daha sonra da gittikleri
bir beldede, istedikleri halde yiyecek alamamalarına rağmen, orada yıkılmakta
olan bir binanın duvarını sağlamlaştırır. Bunların her birinde Musa, sebebini
sormaya kalkar, ama Hızır anlaşmalarını hatırlatınca sorusunu geri alır.
Sonunda Hızır birlikteliğin devam edemeyeceğini söyleyip, yaptıklarının
gerekçesini şöyle anlatır: Bu deldiğim gemi fakir insanlarındı. Gideceğimiz
limandaki hükümdar, limana gelen sağlam gemilere el koyup, delik ve çürük
olanlara dokunmuyordu. Bu sebeple deldim ki, o fakirlerin gemisine de el
koymasın. Öldürdüğüm çocuğun ana ve babası salih insanlardı. Ama, çocuk
büyüyünce ana ve babasına asi olup, onları çok üzecekti. Onları, o
sıkıntılardan kurtarmak için çocuğu öldürdüm, Bize ekmek vermeyen o köydeki
duvara gelince: O yıkılmak üzere olan duvarın altında bir hazine vardı ve o
hazine o evdeki iki yetim çocuğa aitti. Eğer tamir etmeseydim duvar yıkılacak,
hazine meydana çıkacak, paylaşılacak ve çocuklara bir şey kalmayacaktı. Şimdi,
çocuklar büyüyünceye kadar duvar ayakta duracak ve çocuklar rüştünü ispat
edince yıkılacak. Sonuçta da hazine o çocukların olacak Âfaki olarak bu şekilde
anlatılan olayların bir de: Biz âyetlerimizi enfüste ve âfakta gösteririz ki
onların Hakk olduğunu açıkça görüp anlayabilesiniz <41-53> hükmünce
enfüsî izahı vardır ki, ona göre de: Bahsedilen gemi insanın nefsidir. Eğer
insan onu kendisi delmez veya mürşidine deldirmezse, nefs-i emmare denen
hükümdar ona el koyup, insanı mahrum bırakacak ve kendi istediğini
yaptıracaktır. Öldürülen çocuk, insanın kendi nefsinin yarattığı asi
düşüncelerin mahsulü olan çocuktur. İnsanın içindeki ikinci çocuk ise: Veled-i
kalp dediğimiz ilahi çocuktur. Veled-i kalp insanı hidayete götürürken, diğeri
şekavete sürüklemeye çalışır. Bu iki çocuk insanın vücud-u kisbîsinin, yahut
vücud-u müktesebesinin yarattığı çocuklardır. Mürşit olan Hızır, bunlardan kötü
olanını öldürmüştür. Burada bahsedilen veled-i kalp, kişinin kendi mahsulüdür
ve fikren oluşur. Fikren oluşan bu kalıtımsal çocuk, o kişinin, mürşidince
aşılandıktan ve aşısı tuttuktan sonra, huylarının güzelleşmesiyle ortaya çıkan
hünerli çocuktur. Duvarın altındaki hazineye gelince: O, Allah'ın hikmet
hazinesidir ve insan sinn-i rüşte ermeden, yani irşada memur duruma gelmeden
verilmez. Hazine-i ilahi öyle herkese teslim edilen bir şey değildir. Rıza
Tevfik'in: Darı değildir hocam, cami avlusuna saçamam dediği, Hikmet müminin
kaybolmuş hazinesidir, onu nerede bulursanız alın denen hazine budur. Bunu alın
demek; irşada memur birini bulun ve onun irşadıyla sinn-i rüşte erin ki, siz de
başkalarına takdim edebilesiniz demektir. Zaten dünya da, dünya malı da, kâinat
da bir toplanıp, bir dağılmadan ibarettir. Baba toplar, oğlu yer, oğlan toplar,
onun çocukları yer. Onun için dünya bir toplanıp, bir dağılma; bir varlık, bir
yokluk âlemidir. İnsan hayatı bile bir nefes alıp bir nefes vermeden ibaret
değil midir?.. Onun için, insan olmak gerçekten zordur. Herkesin, mürşitlerin
bile daima çalışması gerekir. Bu olmuş, bu ermiş veya Ben erdim demenin anlamı
yoktur. Önemli olan olmak değil, ölmektir. Var olan Allah'tır. İnsan için
önemli olansa, içinde Allah olan bir varlığın kendisine ihsan edilmesidir.
Ancak o zaman O'na yaklaşılabilir.o Amaç birliğe ulaşmak olduğu için, farklı
kişiliklere sahip olan insanlar camilerde toplanır ve imama uyarlar. Bu
yaptıkları zahiri bir tevhittir. Bir mürşide bağlananlarsa, terakki ettikçe
kötülüklerden sıyrılıp, ef'al, sıfât ve zat mertebelerine geldiklerinde
kendileri ölmüş ve geriye Allah'tan başka bir varlıkları kalmamış olduğu için,
gerçek tevhide ulaşmış olurlar. o Tevhide iki yolla ulaşılabilir. Bu yollardan
biri kurb-u feraiz, diğeri kurb-u nevafildir. Kurb-u feraiz Hakk'ın kula
yaklaşması, diğeriyse kulun Hakk'a yaklaşmasıdır. Bunları evvelce de
anlatmıştık. Hakk'ın kula yaklaşması: Dilediğini yapar <85-16> hükmünce
olur ve bunda kâfir veya mümin ayırımı yapılamaz. O, bildiğini yapar. Kurb-u
nevafil, yani kulun Allah'a yaklaşmasıysa, kulda bir aşk, bir kaynama ile
başlar. Allah da bu durumu bildiği için: Bana bir karış yaklaşan kimseye ben
bir arşın yaklaşırım,bana bir arşın yaklaşan kimseye ben bir kulaç yaklaşırım,
bana yürüyerek gelene ben koşarak gelirim demektedir. Bu nedenle insan
müteessir olmamalıdır. Kişiye nasip olmuşsa, o kimse gemiye veya kervandaki
devesine biner ve kaptan, ya da kervancı onu gideceği yere ulaştırır.
2 comments :
Bu kıssayı bizimle paylaştığın için teşekkür ederiz Allah'a emanet olun .Allah samimi müslümanların yardımcısı olsun .
Teşekkürler efendim, Allah c.c sizlerinde yardımcısı olsun.
Yorum Gönder